25 Mayıs 2011 Çarşamba

'İçinden geldiği gibi davranmak' samimiyettir. Ama bazen de insanın içinden gelenleri yenip, daha güzel olan tavrı göstermeye çalışması gerekir


Doğallık insan için büyük bir nimettir. Doğal, samimi, içinden geldiği gibi davranabilmek, hem kişinin kendisi hem de onunla birlikte olan insanlar açısından büyük bir konfordur. Çünkü bu insanın içinde ne varsa, dışında da o vardır.

Ancak insanlar bazen ‘içinden geldiği gibi davranmak’ denilince, bunun, ‘içinde her ne olursa olsun bunu olduğu gibi dışa vurmak’ olduğunu sanırlar. Ve hatta bunu bir ‘dürüstlük göstergesi’ olarak görürler. “Ben hiçbir şeyi gizlemiyorum, içimdeki duygular bunlar” diye düşünürler. Oysa ki insanın içinden gelen her şey doğru değildir. Bu nedenle insanın içinden gelen herşeyi olduğu gibi dışa vurması da doğru değildir. Bazen insanın içinden gelen bazı duyguları dizginlemesi, düzenlemesi ya da yenmesi gerekebilir. Çünkü insanın, ‘içimden geliyor’ dediği şeyler, nefsinde var olan ve nefsinin onu teşvik ettiği hislerdir.

İnsan nefsinde hem güzellikler hem de kötülükler vardır. Ancak nefsini istediği şekle sokmak, onda var olan kötülükleri yenmek, güzel ve iyi olan şeyleri ise artırmak insanın kendi iradesindedir.

Örneğin bir insanın içinden, çevresindeki insanlara iyilik yapmak, sevgi, saygı göstermek, güzel söz söylemek, neşelenmek, hoşsohbet ve konuşkan olmak, dışa dönük ve girişken olmak, fedakarlık yapmak, güzellik sunmak gelebilir. İşte insan bu tür bir durumda ‘içinden gelenlere’ uyar.

Ama bazen de insanın içinden sessizleşmek, küsmek, durgunlaşmak, insanlardan uzaklaşmak, öfkelenmek, kinlenmek, ters tavırlar göstermek, bağırıp çağırmak, tartışmak gibi olumsuz hisler de gelebilir. İşte bunlar da nefsin içinde var olan kötülüklerdir. İnsanın böyle bir durumda, “Ne yapayım, ben sadece içimden geldiği gibi davranıyorum” diyerek bu tarzda olumsuz tavırlar sergilemesi doğru değildir. Ve ‘içinden geliyor olması’ da, gösterdiği kötü ahlakı makul gösterecek bir mazeret değildir.

Çünkü bunlar, Allah'ın Kuran'da beğenmediğini bildirdiği, nefse özel olarak verilen, insanın mücadele edip yenmesi gereken kötülüklerdir. Allah, güzel ahlakın gerekliliklerini ve sakınılması gereken tavırları insanlara bildirmiştir. İnsan, ‘her ne kadar içinden gelirse gelsin’ kötü olduğunu bildiği bir tavrı asla uygulamamalıdır. İçinden öfkelenmek geliyorsa, hemen bunun Allah'ın beğenmediği bir ahlak olduğunu düşünüp öfkesini yenmelidir. Öfke hissi gelen kişiye karşı, tam tersine, güzel söz söyleyip gönül almalı, dosça tavırlar göstermek için nefsini zorlamalıdır. Ya da nefsi ona suskunluk hissi verdiğinde, hemen bunun Kuran ahlakına uygun olmayan bir ahlak olduğunu düşünüp, beraberindeki insanlara, Allah'ın razı olacağı şekilde ‘en güzel sözleri’ söylemek için iradesini kullanmalıdır.

Bu tür bir durumda nefisten yana bir tavır göstermek, asla dürüstlük, doğallık, samimiyet, içi dışı bir olmak değildir. Dürüstlük, doğallık ve içi dışı bir olmak; Allah'ın meşru kıldığı, Kuran'da beğendiğini bildirdiği, güzel ahlaka dair her tavrı, olabilecek en güzel şekilde dışa vurmak, en samimi şekilde bu ahlakı yaşamaktır. İnsanın, nefsindeki kötülükleri, sırf ‘içinden geliyor’ diye uygulaması ise, yalnızca bu kişinin ahlakındaki eksiklikleri gösteren bir alamet olur.

Dolayısıyla insanın, ‘içinden gelen herşeye uyması’ gibi bir yaklaşım asla makul değildir. insan içinden gelen her türlü iyiliğe uymalıdır. İçinden gelmediği durumlarda da mutlaka iyiliği aramalı, nefsini bu yönde eğitmeli, nefsindeki iyiliğe olan eğilimi artırmalıdır.

Nefsinin teşvik ettiği kötülüklerde ise, Allah korkusunu, vicdanını ve imanından kaynaklanan iradesini kullanarak, içinden gelen bu hisse, bunun tam tersi olan iyiliklerle karşılık vermelidir.

Bu, müminin dünya hayatındaki imtihanının çok önemli bir parçasıdır. İnsan nefsini eğitebildiği ölçüde, Allah'ın razı olmasını umacağı bir ahlaka ulaşabilecektir. Allah Kuran'da, nefislerindeki kötülüklere karşı güzelliği tercih eden ve nefislerini Kuran ahlakına göre eğiten kimseler için şöyle buyurmuştur:

Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',

Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.

Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.

(Şems Suresi, 7-10)

Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.

(Maide Suresi, 105)

"(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir."

(Yusuf Suresi, 53)

21 Mayıs 2011 Cumartesi

'Söylenmek' çirkin bir cahiliye alışkanlığıdır ...

İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün 'boş ve amaçsız olanını' satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azap vardır.

(Lokman Suresi, 6)

Bazı insanlar, gün boyunca karşılaştıkları konular hakkındaki düşüncelerini, sürekli olarak ‘kendi kendilerine söylenerek’ dile getirirler. Kimi zaman rahatsızlık duydukları bir şey, kimi zaman aksaklık olduğunu düşündükleri bir konu, kimi zaman gördükleri yanlış bir tavır, duydukları bir söz bu kimselerin, fazla düşünmeden hemen bu konulardaki rahatsızlıklarını ifade etmelerine neden olur.

Aslında insanın hatalı olduğunu gördüğü bir şeyi dile getirmesi elbetteki yanlış değildir. Ama, bu konuşmanın yanlış olmaması için, amacın mutlaka -Allah rızası için- ‘o yanlışı düzeltmek’ olması gerekir. Bir de eğer ortada hatalı bir tavır, söz ya da olay varsa, o zaman bunun mutlaka konuyu halledebilecek olan ilgili kişilere iletilmesi gerekir. Ve aynı zamanda da, yapılan yanlışın olabilecek en güzel, en hikmetli en isabetli sözlerle karşı tarafa açıklanması gerekir.

İşte ‘söylenme’ alışkanlığında, bu sayılan hedeflerin hiçbiri yoktur. Amaç, yalnızca kişinin aklına gelenleri söyleyerek ‘sinirini ve öfkesini gidermesi’dir. Bu da, söylenmenin ne kadar boş ve yanlış bir tavır olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Örneğin, “Bunu buraya kim koydu?”, “Şuraya bak, kaç gündür burayı hiç temizleyen olmamış!”, “Ne kadar gürültü yapıyorlar!”, “Ne kadar çok soru soruyorlar?”, “Bak yine bunu yanlış yapmış, kaç kere tarif ettim!”, “Yine etrafını dağınık bırakmış!” gibi söylenme çeşitleri, çoğu insanın hiç düşünmeden ağız alışkanlığıyla gün boyu tekrarladığı bilinen cümlelerdendir.

Bazen de söz konusu insanlar, başkalarına yönelik değil de, kendi yaşadıkları olaylar hakkında sürekli olarak söylenirler.

“Çok acıktım.”, “Hiç uyuyamadım.”, “Çok uykusuzum.”, “Nasıl yetiştireceğim, çok az vaktim kaldı.”, “Çok geç kaldım.”, “Çok hastayım.”, “Başım ağrıyor.”, “Nasıl bitireceğim ben bunu?”, “Hiç halim yok!”, “Canım hiç kalkmak istemiyor.”, “Çok üşüyorum.”, “Çok sıcak.”,“Bugün çok işim var, hepsini aynı anda nasıl yapayım?” gibi, günlük hayatları hakkındaki hemen her konudaki olumsuz düşüncelerini, bir yandan işlerini yaparak, bir yandan da sesli olarak sürekli anlatırlar.

Tüm bu konuşmaların ortak noktası ise, önceki satırlarda da belirtildiği gibi, ortada bunlara bir çözüm bulma hedefinin olmamasıdır. Amaç, sadece duyulan rahatsızlığı dile getirmektir. Nitekim çözüme yönelik tedbirler alınmadığı ve bu yönde girişimde bulunulmadığı için, rahatsız edici durumlar da sürekli devam eder. Dolayısıyla bu kişi de alıştığı şekilde bunlardan yakınmayı sürdürür.

Oysa Kuran ahlakına göre, bir insan çevresinde gördüğü her şeyden, duyduğu her sesten, şahit olduğu her olaydan sorumludur. Eğer ortada yanlış bir şey varsa, ‘bunu düzeltmek ya da bunun düzelmesi için çaba harcamak’, müminin sorumluluğudur. Dolayısıyla müminin, rahatsız edici bir konuya bakış açısı, öncelikle ‘bunu çözüme kavuşturmak’ yönünde olmalıdır.

Bunun yanı sıra kişiler, söylenmelerine ve yakınmalarına şahit olan insanların da bu durumdan duyabilecekleri rahatsızlığı gözardı ederler. Oysa ki bir insanın yanında, yaşadığı hemen her şeyden şikayet eden bir kişi olması, hem manen hem de fiziksel açıdan çok yorucu ve yıpratıcıdır.

En başta, söylenen kişinin içerisinde bulunduğu ruh halinin Kuran'a uygun olmaması ve tümüyle cahiliyeye ait bir ahlak yaşaması, bunu gören müminlerde ciddi bir yadırgamaya ve rahatsızlığa sebep olur. Çünkü söylenen insan çevresine, ‘herşeyi Allah'ın yarattığını, her olayda hayır ve hikmet olduğunu, herşeyin bir kader dahilinde ve insanların imtihanları için özel yaratılan olaylar olduğunu unuttuğu’ izlenimini verir. Zorluklara ve aksaklık gibi görünen, sabır gösterilmesi, fedakarlıkta bulunulması beklenen olaylara, Kuran ahlakıyla karşılık vermesi gerektiğinden gafil olduğu şüphesini oluşturur. Kişi, Kuran'da bildirilen, ‘öfkelenilecek bir şeyle karşılaştığında, öfkesini yenmek; sözün en güzelini söylemek; insanlara en güzel şekilde öğüt verip, iyiliği emredip kötülükten men etmek’ gibi ahlak özelliklerini yaşamakla sorumlu iken, bunun yerine, kendisini iradesizce cahiliye ahlakına bırakması, elbetteki şüphe oluşturan bir tavırdır.

Mümin vicdanını kullanan insandır. Allah'tan korkup her an Kuran ahlakına uygun bir tavır göstermekle; ve her sözünü, Kuran'a uygun olup olmadığını düşünerek konuşmakla sorumludur.

Mümin, söylenme alışkanlığının, Allah'a inanan, kaderi, dünya hayatının imtihan yeri olduğunu ve ahireti bilen bir insanın ahlakıyla bağdaşmayacağını bilir. Söylenmek, mümin asaletine, Müslüman şuuruna ve müminin vicdanına yakışmayan bir tavırdır. Müslüman gerekirse gördüğü her aksaklığı tek başına ve kendi imkanlarıyla telafi eder, ama yine de bunlardan şikayet eden bir üslupla konuşmaz. Zahiren ne kadar mağdur oluyormuş gibi görünse de, bunu hiçbir zaman için yakınarak dile getirmez. İlgili kişilerle konuşarak ya da gerekli tedbirleri alarak bu durumu ortadan kaldırmaya çalışır; ama asla basit bir cahiliye üslubuyla bunları anlatmaz. Öfkelenecek bir durumla karşılaşsa bile öfkesini yener. Hiçbir zaman sinirlendiği için, bunu amaçsız bir şekilde dışa vurmaz. İnsanın öfkesinden kurtulmasının yolunun söylenmek olmadığını bilir. Öfkenin ancak Allah'a tevekkül etmekle ve Kuran ahlakına uymakla ortadan kalkacağının bilincindedir.

Dolayısıyla her ne zorlukla karşılaşılırsa karşılaşılsın ‘söylenmemek’ müminler ile cahiliye insanlarını ayıran önemli ahlak özelliklerinden biridir. Dolayısıyla Müslümanların, bu konuya bu bakış açısıyla yaklaşmaları ve Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşamak için akıllarını, vicdanlarını ve iradelerini en güzel şekilde kullanmaları, imanın onlara yüklediği güzel bir sorumluluktur.

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.

(İsra Suresi, 53)