27 Aralık 2010 Pazartesi

Allah'ın sizin için yarattığı sürpriz güzellikleri fark edebiliyor musunuz?...


Pek çok insana sorulacak olunsa, ‘dünya hayatı’ hakkında söyleyecekleri sözlerin aşağı yukarı aynı olduğu görülür. Genelde çoğu kimse, hayatı belirli bir monotonluk içerisinde tasvir eder. Yaşamın, rutin gelişmelerden ve klasik beklentilerden ibaret olduğunu söyler. Nitekim kendi yaşamlarına bakış açıları da, aynı bu anlattıkları gibidir. Yaşadıkları eksikliklere de, güzelliklere de alışkanlık gözüyle bakar; iyi ya da kötü olsun, hemen herşeye hızla uyum sağlarlar. Hayatlarına giren güzellikler, yenilikler ya da iyilikler karşısındaki heyecanlarını adeta yitirmiş gibidirler. Tüm bunları, hayatın doğal akışı içerisinde, zaten olması gereken, sıradan gelişmeler olarak nitelendirirler. Bu nedenle de, bunlardaki olağanüstülükleri ve sıradışı güzellikleri farkedemezler.

Allah bu kimselerin durumunu bir ayette şöyle haber vermiştir:

İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)

Allah, kendileri için yaratılan onlarca güzelliğe, iyiliğe, neşe ve sevinç verici olaya, ülfet ve gafletle bakan ve bunlardan etkilenmeyen kimseler için ahirette güzellikten bir eser olmayacağını bildirmiştir.

Müminlerin dünya hayatına bakış açıları ise, olaylara adeta bir uyku perdesinin ardından bakan bu insanlarınkinden tamamen farklıdır. İman edenler için 'dünya hayatı, her saniyesi birbirinden detaylı sürprizlerle, iyiliklerle, güzellikle, hayır ve hikmetlerle dolu bir yaşamdır. Allah'ın sonsuz güzel ahlakının ve eşsiz üstünlükteki sıfatlarının tecellilerinin hayatın her yanını sarmış olması, müminlerin, her anlarını derin bir heyecan ve coşku içerisinde yaşamalarına neden olur. Her an, Allah'ın kendileri için yarattığı bir başka güzelliği fark etmenin, Allah'ın rahmetinin tecellilerini görmenin neşesini ve sevincini tadarlar.

Bu, iman etmeyenlerin hiç bilmedikleri ve mahrum oldukları çok büyük bir dünya nimetidir. Allah her an, insan için, ancak akılla, imanla ve vicdanla fark edilebilecek birbirinden güzel ve detaylı sürpriz güzellikler yaratır. Ancak iman gözüyle bakan kimselerin görebileceği bu olaylar ile, Allah kullarına sıcak ve yakın takibini hissettirir. Bu yakınlığı hissetmek, mümin için çok büyük bir haz ve büyük bir lütuftur. Bazen insanın aklından geçen küçük, günlük ve sıradan gibi görünen bir olayın gerçekleşmesi; bazen dua ile istediği bir güzelliği, hiç tahmin edemeyeceği şekilde karşısında bulması; bazen güzel tevafuklarla karşılaşması, insan için çok büyük bir nimet, tefekkür ve Allah'a yakınlaşma vesileleridir.

Allah Kuran ile, insanlar üzerindeki sonsuz rahmetini; iman edenlerin mutlak dostu ve yardımcısı olduğunu; ve samimi duaya kesin olarak karşılık vereceğini kullarına bildirmiştir. Dolayısıyla inanan bir kimse, zaten hayatı boyunca Allah'ın kendisi için yarattığı rahmet tecellilerinin daimi olarak şuurundadır. Sıkıntı ya da zorluklarla bile karşılaşsa, tüm bunların kendisi için özel yaratılan güzellikler olduğunu bilir. Ancak Allah, bu konuda bu kadar kesin ve sağlam bir inanca sahip olan bir kimsenin dahi ülfetini kıracak, onu hayrete düşürecek ve şahit olduğu olağanüstü yaratılış karşısında büyük bir iman coşkusuna kapılmasını sağlayacak özel tevafuklar, güzellikler ve detaylar yaratır. Mümin, bu olayların her birinde, Allah'ın sonsuz rahmetinin, sonsuz sevgisinin, kullarına olan yakınlığının ve sıcak bağlantısının tecellilerini görmenin verdiği derin heyecan ve hazları tadar. Tüm ruhu ve bedeni, Allah aşkı, Allah sevgisi ve tutkusu ile kaplanır. Allah'ın sonsuz kudretini, Rabbimiz'in herşeye Kadir, sonsuz seven ve sonsuz merhametli olduğunun tecellilerini gördükçe, Allah'a olan olan yakini daha da artar.

Fakat müminin böyle bir iman coşkusu yaşaması için, illaki çok büyük olaylara şahit olmasına ya da çok benzersiz nimetlerle karşılaşmasına gerek yoktur. Bazen çok sıradan, ama çok arzulanan bir şeyin, tam akıldan geçtiği anda kişinin karşısına çıkması; bazen merak ettiği bir konunun cevabının, tam o anda kendisine duyurulması ya da bir an için canının çektiği bir yiyeceğin dahi hiç umulmadık şekilde kendisine ikram edilmesi gibi, küçük ve önemsiz görünen olaylar da gerçekleşebilir. Olayların kendisi belki ehemmiyetsizdir; ancak yaratılan bu tevafukların mümin için taşıdığı mana çok büyüktür. Tüm bunlar, Allah'ın sonsuz hakimiyetinin, sonsuz şefkatinin, her an kullarıyla birlikte olan, herşeyi gören, herşeyi bilen ve duyan
olduğunun birer tecellisidir. Ve bu detayların her biri Allah'ın, Kendisi’ni çok büyük bir aşk ve tutkuyla seven kullarına olan yakınlığını onlara hissettirmek için yarattığı sürpriz güzelliklerdir. Ve işte bu büyük gerçeğe şahit olmak da, müminler için çok derin heyecan oluşturan ve çok yakin artıran vesilelerdir.

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

25 Aralık 2010 Cumartesi

İstediğiniz bir şeye ulaşmak için, elinizden gelenin en fazlasını yapıyor musunuz?

İnsan fıtratında var olan en önemli özelliklerinden biri ‘istemek’tir. Allah, insanın ruhuna güzelliklere, iyiliklere, nimetlere karşı, hayatının sonuna dek bitmeyecek bir istek vermiştir. Dolayısıyla dünya üzerinde, kendisine nimet verilmesinden, iyilik yapılmasından, güzellik sunulmasından hoşlanmayacak tek bir insan yoktur.

Ancak insanların büyük bir çoğunluğu bu isteklerine, hiç emek vermeden, hiç akıl kullanmadan ve hiç sıkıntıya girmeden kavuşmak isterler. Dünyanın en güzel nimetleri daima hiç koşulsuz önlerine gelsin; insanlar kendilerine karşı olabilecek en güzel ahlakı göstersin; sıkıntı, zorluk, yokluk onlara hiç dokunmasın; her işleri olabilecek en kolay şekilde hallolsun; hayatlarının akışı hep en istedikleri şekilde gerçekleşsin; hastalıklar, eksiklikler, acizlikler, sabretmeyi, emek vermeyi, irade göstermeyi gerektirecek olaylar onlardan hep uzak olsun isterler...

Oysa Allah insanın ruhunda iyiliklere, güzelliklere ve nimetlere karşı eğilim yaratırken, insanın bu sonuca ulaşmak için ‘emek vermesini’ de istemiştir. Allah, ancak hayatını akıllarını kullanarak, iyiliğe, güzelliğe ulaşmak için çaba harcayarak geçiren kulları için cennet vadetmiştir. Kuran'da, iyiliğe, güzelliğe ulaşmak isteyen insanların göstermekle yükümlü oldukları bu ‘bir ömür süresince, kesintisiz olarak gösterilecek olan ciddi çaba’nın önemi şöyle hatırlatılmıştır:

Kim de ahireti ister ve bir mü'min olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 19)

Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

İşte bu, dünya ve ahiret hayatında güzellikler oluşmasını isteyen bir insanın asla unutmaması gereken kesin bir gerçektir. Müminin sorumluluğu, hayatının sonuna kadar Allah rızası için emek vermek, çabalamak, hayırlarda yarışmak ve bu uğurda yorulmaktır:

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.

Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.

Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 5 - 8)

Bir şeyleri istemek, ama bu yönde hiçbir çaba harcamadan oturup beklemek, müminin kendisine yakıştıracağı bir ahlak şekli değildir. Örneğin eğer İslam ahlakının dünyaya yayılmasını istiyorsa, bunun için çaba harcamalıdır. İnsanlar arasında iyiliğin yaygınlaşmasını istiyorsa, iyiliği en iyi yaşayan olup herkese örnek olmalıdır. Oturduğu yerin temiz ve düzenli olmasını istiyorsa, harekete geçip temizlik yapmalıdır. Dostluğu, saygıyı, sevgiyi yaşamak istiyorsa, ahlakını, sevilecek, saygı duyulacak, dost olunacak bir hale getirmelidir. Başkalarından güzel ahlak görmek istiyorsa, tavırlarıyla, sözleriyle güzel ahlakın tüm detaylarını insanlara öğretebilecek ve onları da teşvik edecek bir ahlak sergilemelidir.

Ancak bazen de bir insan elinden gelen her türlü çabanın en fazlasını gösterir. Ama dünya hayatındaki imtihanın gereği olarak, her istediğini elde edemeyebilir. Fakat Allah kullarına, şartlar nasıl görünürse görünsün, her halikarda yine de ‘umut içerisinde dua etmelerini’ bildirmiştir:

... O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)

"... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87)

Dolayısıyla inanan bir insan, istediği bir şey gerçekleşmese de, Allah'a olan güveninden ve Allah'ın sonsuz gücünü bilmesinden dolayı hayatının sonuna kadar bu yönde dua etmeye ve çaba harcamaya devam eder. Eğer isteği gerçekleşmiyorsa, Allah'ın bunda hayır ve hikmetler yarattığını; kendisi için en güzel ve yararlı olanı en iyi Rabbimiz'in bildiğini bilir. Ve gönül rahatlığıyla Allah'a teslim olur. Gösterdiği samimi ve ihlaslı çabanın Allah Katında ve sonsuz hayatında mutlaka en güzeliyle karşılık göreceğini ummanın tevekkülünü yaşar.

Allah Kuran'da, ‘hayatı boyunca istemekten bıkkınlık duymayan’ ancak ‘isteklerinin dışında bir durumla karşılaştığında da, hemen inancını ve umudunu yitiren, dağılan insanların varlığından’ da bahsetmiştir. İşte bu, gösterdiği çabayı, Allah'ın rızasını umarak değil, sadece nimete kavuşmak için gösteren kimselerin durumudur.

İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur.

Oysa ona dokunan bir zarardan sonra Tarafımız'dan bir rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır.
Ve ben kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbim'e döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun Biz, o kafirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azaptan taddıracağız. (Fussilet Suresi, 49-50)

İşte, hayatında iyiliklere, güzelliklere ve nimetlere ulaşmak isteyen insanların bu önemli gerçekleri asla unutmamaları gerekir:

- İyiliği, güzelliği ve nimeti, ihlasla ve Allah rızası için istemek...

- Bir şeyi isteyip, sonra hiçbir çaba harcamadan, akıl kullanmadan, sıkıntılara göğüs germeden beklemenin mümin tavrı olmadığını unutmamak...

- İstekleri gerçekleşmese de, Allah'a güvenmekten asla vazgeçmemek...

- Asla ümit kesmemek; hayatın sonuna kadar Allah'a güvenip, umut ve korku arasında dua etmek...

19 Aralık 2010 Pazar

Bütün sıkıntıların kesin çözümü...

Dünyanın dört bir yanında yaşayan milyarlarca insanın her biri farklı hayatlar yaşamaktadır. Ancak hepsinin de, kendilerince çeşitli beklentileri, sorunları ya da sıkıntıları vardır. Ve elbetteki her birinin sıkıntısı, beklentisi ya da isteği birbirinden tümüyle farklıdır.

Fakat tüm bu farklılıklara rağmen, bu insanların büyük çoğunluğunun içerisine düştüğü ‘hayati yanılgı’ aynıdır. Konu her ne olursa olsun, insanlar yaşadıkları sorunların çözülmesi, isteklerinin gerçekleşmesi ya da sıkıntılarının son bulması için, ‘mutlaka belirli şartların oluşması gerektiğine’ inanırlar. Ve bu şartlar oluştuğunda da, istedikleri sonuca ‘kesin olarak kavuşacaklarını’ düşünürler.

Kuşkusuz ki dünya hayatı, -Allah'ın yarattığı adetullah gereği- belirli sebeplere bağlı olarak yaşanmaktadır. Örneğin bir kariyer hedefi olan bir insanın, bu yönde emek vermesi, çalışması, kendisini geliştirmesi, tecrübe kazanması ya da belirli bir alanda tahsil yapması gerekir. Bu sebeplere sarılmadan, hiçbir çaba harcamadan oturduğu yerde kariyer sahibi olmasını beklemesi, elbetteki sonuç vermeyecektir. Ya da ciddi bir hastalığı olan bir insanın, hiçbir tedavi görmeden, uzmanlara danışmadan, sadece bekleyerek hastalığının geçmesini düşünmesi mantıklı değildir. Mutlaka Allah'ın kendisine verdiği aklı, bilgiyi ve tecrübeyi kullanarak gereken her türlü tedbiri alması gerekir.

Ancak her insanın, her bir sorunu için aldığı onca tedbirin, peşinden koştuğu onca detayın arasında unutmaması gereken çok önemli bir gerçek vardır: Evet, sebeplere uyulması elbetteki çok hayati derecede önemlidir. Bu, Allah'ın insanlara gösterdiği bir yoldur. Ancak Allah'ın yaratması, asla sebeplere bağlı değildir. Allah dilediği an, dilediği kişi için, dilediği sonucu o anda yaratır. İşte insanın onca karmaşa, telaş ve koşuşturma içerisinde asla gaflete düşmemesi gereken gerçek budur. Sonucu yaratacak olan Allah'tır. Beklentileri, istekleri gerçekleştirecek olan Allah'tır. Sıkıntıları kaldıracak, bunun yerine nimet yaratacak olan da yine yalnızca Allah'tır.

Dolayısıyla sorunlar, acılar, zorluklar, beklentiler ya da istekler birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, dünyanın dört bir yanındaki tüm insanların sıkıntılarının çözümü tektir. Çözüm Allah'a yönelmek, Allah'ı çok sevip Allah'a güvenip herşeyi Allah'tan istemektedir. Olayların içinde kaybolup bir çıkış yolu aramaktansa, o olaydan dışarı çıkıp, onu Allah'a bırakmaktadır.

Unutmamak gerekir ki, Allah bir kimseyi severse, onu dilediği herkese sevdirir.

Allah bir kimseye rahmetini, nimetini açarsa; Allah tüm dünyada, tüm insanlarda ona karşı rahmetiyle ve nimetiyle tecelli eder.

Bir insan Allah'ın koruması altında olursa, kimse ona zarar vermeye güç getiremez.

Allah bir kimseye mutluluk, neşe, huzur, bereket verirse, hiçbir şey ya da hiçbir insan, bunları engellemeye güç yetiremez.

Allah bir insanın yolunu açarsa, bir kişiye kolaylık dilerse, hiç bir olay ya da hiçbir insan bu yolu kapayamaz.


Dünya üzerinde her nereye gidilirse gidilsin, Allah'tan bağımsız, canlı cansız hiçbir varlık yoktur. Herşey ve herkes Yüce Rabbimiz'e boyun eğmiştir. Her biri, her an Allah'ın emrine uymakta ve Rabbimiz'in buyruğunu yerine getirmektedir. İşte, dünyanın en büyük sorunlarıyla, acılarıyla ya da sıkıntılarıyla yüzleşen bir insanın dahi, bu kesin ve değişmez gerçeği asla unutmaması gerekir.

Bir insan bu gerçeği bildiği ve bu gerçeğe inanarak yaşadığı takdirde; sorunlar, konular her ne olursa olsun, çözümün tek bir noktada kesiştiğini görecektir. Allah'a teslim olup Allah'ı dost ve vekil edinmekten, Allah'a güvenmekten, Allah'tan yardım istemekten ve Allah'ın en güzelini yaratacağından emin olmak, herşeyin tek ve kesin çözümüdür.

Elbetteki insan fiili olarak elinden gelen her yolu deneyecek, tüm sebeplere sarılacak, gücünün yettiği en fazla çabayı harcayacaktır. Ama bunların sadece birer dua mahiyetinde olduğunu asla unutmayacak ve çözümün yalnızca Allah'a yönelmek olduğunu bilecektir.

Allah Kuran'da pek çok insanın zaman zaman gaflete düştüğü bu önemli gerçeği kullarına şöyle hatırlatmaktadır:

Gökten yere her işi O evirip düzene koyar... (Secde Suresi, 5)

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)

Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 107)

... Sizin Allah'ın dışında veliniz yoktur, yardım edeniniz de yoktur. (Ankebut Suresi, 22)

Allah'a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 3)

Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)

... Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır... (Bakara Suresi, 256-257)

Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulba yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah'a varır. (Lokman Suresi, 22)

Geri dönerlerse, bilin ki gerçekten Allah, sizin mevlanızdır. O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır. (Enfal Suresi, 40)

... Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)

18 Aralık 2010 Cumartesi

Gaflete kapılmamaya en dikkat edilmesi gereken zamanlardan biri de, Allah'ın nimetini artırdığı vakitlerdir.

Hayatında bir eksiklik olduğunda; beklentileri ya da istekleri umduğu şekilde gerçekleşmediğinde, genellikle insanın Allah'a yönelişindeki samimiyet, derinlik ve ihlas da alabildiğine artar...

Çoğu insanın Allah'a en samimiyetle yöneldiği anlar, bu kişilerin hayatlarında birtakım eksikliklerin, sıkıntıların ya da sorunların yer aldığı zamanlardır. İnsanlar, acizliklerini, güçsüzlüklerini ve Allah'a ne kadar muhtaç olduklarını en kamil anlamda böyle zamanlarda kavrarlar. Ve Allah'a, bu kavrayışın getirdiği samimiyetle yönelirler. Dualarındaki candanlık, ihlas ve derinlik, ruh hallerindeki netlik, açıklık ve dürüstlük, ve Allah'a yalvarışlarındaki teslimiyet çok yüksek seviyelere ulaşır. Bu anlarda kişi, kendi ruhundan yansıyan bu samimiyete, Allah'a karşı olan sevgisindeki coşkuya, candanlığına, yakınlığına ve teslimiyetine kendisi de şahit o olur. Allah'a karşı kalbinde yaşadığı bu samimiyetten kendisi de çok hoşlanır ve bu halini günlük hayatın hiçbir aşamasında kaybetmemek ister. Hayatının geri kalanına hakim olan yüzeysel haline bir daha hiç geri dönmemek için ruhunu eğitmeye çalışır.

Ancak ne var ki, Allah insanın dualarına icabet ettiğinde, üzerindeki sıkıntıyı kaldırdığında ve o kişiye olan nimetini artırdığında, çoğu insan, bir şekilde yaşadığı bu derinlikten uzaklaşır. Ve çoğu zaman içerisine düştüğü gafleti fark etmesi de, ancak nimetlerin tekrar elinden gitmesiyle gerçekleşir.

Oysa ki insanın bu derinliği bir hayat şekli olarak yaşaması için, illaki yokluk ve sıkıntı içerisinde bir hayat sürmesine gerek yoktur. İnsan Allah aşkıyla, derin Allah sevgisiyle hayatının her anında aczini, fakrını, muhtaçlığını olabilecek en açık şekliyle hissedip bunun getirdiği ruh hali içerisinde bir yaşam sürebilir. Bu tamamen kişinin şuurunu açıp niyet etmesine bağlıdır. Allah insana düşünce gücünü istediği kadar derinleştirebilme imkanı vermiştir. Allah'ın üstün sıfatları, sonsuz mükemmellikteki ahlakı ve yaratışı üzerinde düşünmek, Allah'ın sıcak dostluğunun, sevgisinin, şefkatinin alametlerini günün her anında fark edebilmek, bir insanın Allah'a karşı en derin ve en güzel ahlakı yaşamasına vesile olur.

Bu derinliği yaşayan bir insan, zorluk ve sıkıntı içindeyken Allah'a olan muhtaçlığını ve acizliğini ne kadar iyi kavrayabiliyorsa; Allah kendisine nimet, bolluk, bereket verdiğinde de aynı şuur açıklığında yaşar. Hatta Allah'ın lütfettiği her bir nimet, onun Allah'a karşı olan teslimiyetini bağlılığını, Rabbimiz'e duyduğu derin saygı ve sevgiyi daha da artırır. Kendisine yalnızca Allah'ın birer ikramı ve lütfu olarak verilen nimetlere layık olamamaktan, içerisinde bulunduğu rahatlık ve refahtan dolayı gaflete kapılmaktan, aczini unutup büyüklenmekten, tüm sahip olduklarını normal ve olağan karşılar hale gelmekten titizlikle sakınır. Yaşadığı her an, Allah'ın rahmetini, şefkatini, sevgisini, affediciliğini, lütfunu, yakınlığını en derinden hissetmenin verdiği bir şükür hali içerisindedir. Hayatına katılan her güzellik, önce Allah'a yönelmesine vesile olur. Ve o güzelliklerden istifade ettiği her an, içinde Allah'ı derinden sevmenin mutluluğunu, heyecanını yaşar. Allah dilediği için bu güzelliklerin onun çevresinde olduğunun; sahip olduğu mutluluğu, huzuru, nimetleri yalnızca Allah kendisini seçip lütfettiği için yaşadığının kesintisiz olarak şuurundadır. Allah'ın, dilediği anda hayatını tümüyle değiştirebileceğinin; tüm nimetleri bir anda yokluğa, eksikliklere, sıkıntılara dönüştürebileceğinin çok açık bir şekilde farkındadır.

Bu nedenle de, yokluk ve sıkıntı anlarında Allah'a olan yakınlığı ne kadar samimi ise, işte yaşadığı bu nimetler ve güzellikler içerisinde olduğunda da aynı samimiyet ve candanlık içerisindedir. Zorluk ve sıkıntıyla karşılaştığında Allah'a ne kadar gönülden, ne kadar coşkulu bir sevgi, içtenlik ve bağlılık ile dua ediyorsa, hayatı istediği her türlü güzellik ve nimetle dolu olduğunda da Allah'a aynı teslimiyet, aynı acizlik, aynı muhtaçlık ve aynı samimiyet ile yalvarıp yakarır.

İşte bu ruh hali, bir müminin kalbindeki gerçek imanın bir alametidir. Allah böyle bir insana, bir kimsenin dünya şartlarında isteyecebileceği, tasarlayabiyeceği, aklının kavrayabileceği en güzel hayatı yaşatsa; nimetlerin en fazlasını, en güzelllerini verse; mutluluğu, neşeyi, sevgiyi, huzuru olabilecek en yüksek hazlar ile yaşatsa da, bu kişi sahip olduklarında dolayı ruhunu yozlaştırmaz. Allah'a karşı olan yakınlığında, sevgisinde, coşkusunda, Rabbimiz'e olan muhtaçlığını kavrayışında hiçbir olumsuz değişiklik olmaz. Yine her anını, yalnızca Allah'ın rızasını –olabilecek en fazlasıyla- kazanabilme aşkıyla; Allah'ın en sevdiği kulu olabilme tutkusuyla; Allah'ın lütfuna, rahmetine, nimetine, sevgisine layık olabilme coşkusuyla geçirir. Ve yine her an, Allah'ın lütfunu gereği gibi takdir edememekten, Allah'ın rahmetine layık olamamaktan, Allah'ın istediği ahlakı en mükemmel şekliyle yaşayamamaktan şiddetle korkup sakınarak yaşar. Ve gösterdiği bu imani hassasiyet de, -Allah'ın izniyle- böyle bir kimsenin, sıkıntı altında da olsa, nimet içerisinde de olsa, sürekli olarak derin imanda yaşamasını sağlar.

8 Aralık 2010 Çarşamba

İnsanın hayatındaki ani değişiklikler, sürpriz gelişmeler, beklenmedik iniş çıkışlar, insan için özel yaratılan büyük güzelliklerdir.

Download MP3

Kimi insanlar çok sakin ve düzenli bir hayatları olsun isterler. Ani ve sürpriz gelişmelerle karşılaşmadan, büyük iniş çıkışlar yaşamadan, hayatlarının sonuna kadar alıştıkları gibi bir yaşam sürmeyi hayal ederler.

Söz konusu kişilerin bu tercihlerinin sebebi ise, elbetteki kendileri için en iyi olanın bu olduğunu zannetmelerindendir. Hayatları ne kadar tekdüze ve ne kadar sakin olursa, alıştıkları düzen ne kadar az bozulursa, o kadar mutlu olacaklarını sanırlar.

Oysa ki bu her zaman için insana fayda getirecek bir istek değildir. Bazen insanın hayatındaki düzgünlükler, yaşam tarzındaki sabitlikler, kişiye umduğu faydayı sağlamaz. Tam tersine, bu kimse için asıl kazançlı olan, hayatındaki ani gelişmeler, sürpriz olaylar, büyük inişler ve çıkışlar olur.

İnsan sınırlı bir akla sahip olduğu için, kendisine asıl fayda sağlayacak olan şeyin gerçekte ne olduğunu bilemez. Ama Allah sonsuz akıl sahibidir. Ve Allah, dünya hayatındaki iniş çıkışları, kimi zaman zorluk, sıkıntı, yokluk veya hastalık gibi eksiklikleri, kimi zaman da nimet artışlarını büyük hikmetlerle yaratmaktadır.

İnsan ruhu, sakinliği, alıştığı gibi yaşamayı, büyük sürprizlerle karşılaşmadan, beklentileri doğrultusunda yaşamayı sever. Elbette bu şartların insana sağladığı belirli bir konfor, huzur ve rahatlık vardır. Ancak sakinliğin, durağanlığın, tekdüzeliğin ve rutin bir hayat tarzı içerisinde yaşamanın zararları da vardır.

İnsanın alışkanlıklarının dışına çıkmadan yaşamak istemesinin altındaki en önemli sebeplerden biri, bu durumda kişinin zekasını, aklını, vicdanını, iradesini olabilecek en minimum düzeyde kullanma ihtiyacı oluşmasıdır. Böyle bir yaşam tarzında insan, kafa kullanmadan, risk almadan, deneyip yanılmadan, ezberlediği ve defalarca test edip onayladığı kurallar içerisinde, en az hata yapacak şekilde yaşama imkanı elde etmiş olur.

İnsanın hayatında meydana gelen ani değişiklikler, sürpriz gelişmeler, beklenmedik düşüşler ya da çıkışlar ise, insanın aklını maksimum derecede kullanmasını gerektiren durumlardır. Hızlı ve seri şekilde kafa kullanmak, ani ve akılcı kararlar almak, şartların değişmesi için gereken tedbirleri bulup uygulamak, risk alıp cesur ve kararlı davranmak, hayati girişimlerde bulunabilmek bu tür durumlarda neredeyse zaruri birer ihtiyaç halini alır. Normal akla sahip bir insanın zorluk ve sıkıntılar karşısında, umursuz, sakin ve ilgisiz bir tavrı olması genelde mümkün olmaz. Kişi, ister istemez, içerisinde bulunduğu durumdan; yüzleştiği maddi ya da manevi zorluklardan kurtulmanın yollarını aramaya başlar.

İşte o anda pek çok insan belki çok önemli bir gerçeğin farkına varmaz. Ancak içerisinde bulunduğu zor şartlar; düzenini bozan, alışkanlıklarını terk etmesine sebep olan, onu yaşadığı sakin hayattan uzaklaştıran ani gelişmeler, aslında onun için yaratılmış çok büyük nimetlerdir.

Çünkü insan ruhu kendi haline bırakıldığında, kendi kendine gelişecek bir yapıda değildir. Gerçekten sabırla, iradeyle emek verildiğinde bir ilerleme kaydedebilir.

İşte Allah'ın bir insanın hayatında yarattığı sürprizler, ani düşüşler, sürpriz yükselmeler, zaruri değişiklikler, insanın çok hızlı ilerleme kaydedebilmesinin çok önemli ve etkili bir yoludur. İnsan kendini ne kadar eğitmek ve geliştirmek istese de, kendi kendine hayatında böyle beklenmedik değişiklikler oluşturamaz. Ama bu tür şartlarda oluşan doğal zorlanma, kişiyi, gücünü en üst noktasına kadar kullanmaya adeta mecbur eder. Dolayısıyla -o an için kişinin nefsinin o kadar hoşuna gitmese ya da gerçekten çok zorluk çekse bile- karşısına çıkan bu olaylar onun için büyük birer nimete dönüşür.

İnsan kişiliği içten ya da dıştan kararlı bir baskıyla karşılaşmadığı sürece çok zor değişir. Bir insanın böyle bir değişiklik yapabilmesi için çok ciddi bir irade göstermesi gerekir. Ciddi şekilde vicdan ve akıl kullanması; çok dirençli ve sabırlı olması gerekir. İşte Allah'ın –imtihanın bir gereği olarak- hayat içerisinde yarattığı değişiklikler, insana bu konuda büyük bir kolaylık sağlar. İnsanın kişiliğinde hızlı değişmeler ve gelişmeler yaşamasına vesile olur.

Bu nedenle insanın, hayatında hep alıştığı şeyleri aramak ve eksiklikler olduğunda bundan rahatsız olmak yerine, Allah'ın yarattığı değişikliklerde hayır ve hikmet görmesi; bunlardaki güzellikleri yakalamaya çalışması gerekir.

Örneğin bir insan işine, akrabalarına, dostlarına ya da okuluna çok yakın bir semtte oturur ve kurduğu bu mükemmel düzenden ve bunun kendisine sağladığı kolaylık ve konforlardan dolayı da çok mutludur. Ani bir zaruret sonucunda buradan taşınmak zorunda kaldığında, pek çok konuda alıştığı konforu kaybedeceği ve çeşitli zorluklar yaşayacağı için huzursuz olur. Halbuki yeni taşınacağı yer onun için özel yaratılmıştır. Orada kendisini bekleyen özel olaylar, yeni dostluklar, yeni gelişmeler vardır. Allah orada onu, “hiç ummadığı bir yerden rızıklandıracak, bereketlendirecek, geliştirecek ve nimetlendirecek olabilir”. Ya da bunun tam tersi olacak ve kişi daha önce hiç karşılaşmadığı zorluk ve sıkıntılarla yüzleşmek zorunda kalacak olabilir. Ama bu zorlanma sonucunda kişiliği gelişecek; eksik olduğu bir çok konuda kendini aşacak bir imkan bulacak ve yeni özellikler, yeni yetenekler kazanacak olabilir.

Ya da pek dışadönük ve konuşkan olmayan, insanlarla rahat iletişim kuramayan, rahat davranamayan bir kişi, çözümü kendi halinde yaşamakta ve gerekmedikçe kimseyle diyalog kurmamakta bulmuş olabilir. Ve kurduğu bu düzen içerisinde hem rahat ediyor hem de risk almaktan kurtuluyor olabilir. Okulunda ya da işyerinde böyle bir kişiye insanlarla tek tek iletişim kurmasını gerektiren bir görev verildiğinde, o kişi sözde başına büyük bir felaket geldiğini düşünür. Gerçekten de bu, onun gibi bir insan için bir sorun ve zorluktur. Ama bu kişi, ancak böyle bir dayatma sonucunda kişiliğini değiştirmek zorunda kalacaktır. Kendi haline bırakılacak ve alıştığı sakin hayat şartlarına devam edecek olsa, hayatının sonuna kadar kendini değiştirmeyecek, konuşkan ve dışadönük bir insan olamayacak olabilir.

İşte insan bunların hiçbirini bilemez. Ama Allah hepsini ve herşeyi bilir. Ve insan için en güzelini yaratır. Kişinin Allah'a çok güvenmesi ve –her ne olursa olsun- dünyanın en büyük eksikliği, en büyük zorluğu da olsa, hepsinde binlerce hayır ve hikmet gizlendiğini bilmesi gerekir. Bu gerçeğin şuurunda olduğunda, Allah ona dünyadaki ve ahiretteki her şeyin en güzelini yaşatacağını vadetmiştir:

(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)

... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)

1 Aralık 2010 Çarşamba

İnsan isterse, -Allah'ın izniyle- ruh gücünü alabildiğine artırabilir...

İnsanın tüm ahlakı, kişiliği, kendine özgü özellikleri, huyları, zevkleri ve yetenekleri ruhunda şekillenir. Ve eğer insan gerçekten isterse, ruh gücünü artırmak –Allah'ın izniyle- elindedir.

Bu konuda insanın yolu alabildiğine açıktır. Kararlı olursa, iradesini iyi kullanır ve sabır gösterirse; iman ve ahlak derinliği, hiç tahmin etmediği derecede yüksek bir seviyeye ulaşabilir. Daha önce hiç bilmediği, hiç yaşamadığı bir ruh gücü ve ruh zenginliği elde edebilir.

Ancak elbetteki bunun için öncelikle bu gerçeğe tam olarak iman etmesi, bu konuda çok şevkli ve istekli olması ve bunu uygulamada bir an olsun tereddüt etmeden, ciddi bir irade göstermesi gerekir.

İşte bu kararı verdikten sonra, insanın, ruhunu derinleştirmek, ahlakını güzelleştirmek, kişiliğini geliştirmek için atması gereken belirli adımlar vardır.

Öncelikle kişi kendi kendine belirli hedefler oluşturmalı ve ne kadar zorlanırsa zorlansın, bunları uygulayabildiğini; nefsine, ruhuna ve bedenine söz geçirebildiğini kendi kendine göstermelidir. Karar verdiği bir konuyu hayata geçirmede taviz vermediğini, irade gösterebildiğini ve vazgeçmediğini kendine ispatlamalıdır. Bu aşamada belirleyeceği hedefler, belirli bir süre boyunca rejim yapmak, düzenli spor yapmak ya da 24 saat hiç yılmadan çok çalışkan olmak gibi fiziksel birtakım faaliyetler de olabilir. Burada önemli olan, kişinin, irade göstermeye, verdiği bir kararı uygulamaya ve zorlansa da vazgeçmemeye alışmasıdır. Bedenini, eğitime ve söz dinlemeye açık hale getirebilmesidir.

Bu aşamadan sonra ise, bedeni ile birlikte ruhuna da söz geçirmeye başlamalıdır. Yine kendisine çeşitli hedefler belirlemeli, beynini bu hedefleri uygulamaya ikna etmelidir. Bunlar hiç sinirlenmemek, güzel bir ses tonu kullanmak, canlı bir üslup benimsemek, özlü ve anlaşılır konuşmaya çalışmak gibi hedefler olabilir. Kişi, ruhunu ve beynini çok hamarat ve çalışkan bir düzeyde tutmaya niyet edebilir. Neşenin ruhunu almaya, neşenin rengini yakalamaya, herşeye çok iyi niyetle ve iyimser bir gözle bakmaya ve bu bakış açısını bir hayat şekli haline getirmeye karar verebilir. Çevresindeki insanların huzurunu ve mutluluğunu hedeflemeye, kendisinden çok başkalarını düşünen bir ruh halinde yaşamaya yönelebilir. Ve sonuç olarak da ruhunu ve bedenini, tüm bu kararları uygulamaya mecbur edebilir.

İnsan -Allah'ın izni, lütfu ve yardımıyla-, dikkatli, iradeli ve kararlı bir çalışmayla birkaç günde çok büyük sonuçlar alabilir. Ve her sonuç aldığında, bir kez daha niyet ederek, daha derin bir ruh haline ulaşıp, daha derin bir ruh gücü elde edebilir.

İnsanın ruhundaki her derinleşme ise, Allah'ı çok daha iyi tanıyıp takdir edebilmesine, Rabbimiz'i çok daha derin bir aşk ve sevgiyle sevebilmesine ve çok daha derin bir saygıyla korkup sakınabilmesine vesile olacaktır. Allah'ın yarattıklarındaki güzellikleri, derin anlamları, derin işaretleri çok daha berrak bir gözle görüp, çok daha fazla sevebilmesine imkan sağlayacaktır.

İnsan ayrıca, ruhunda meydana gelen olumlu değişikliklerden, çevresindeki herkes gibi, kendisi de çok zevk alacaktır. Hayata, dünyaya, olaylara ve insanlara çok daha mutmain bir ruh hali ile yaklaşmanın verdiği derin huzuru ve güzelliği yaşayacaktır. Yaşadığı güzel ahlaktan dolayı, Allah insanların kalbinde o kişiye karşı bir sevgi, şefkat, saygı ve sıcaklık oluşturacaktır.

Ve dünyadaki bu sonuçların yanı sıra, Allah, Kendi rızası için böyle samimi ve kararlı bir çaba gösteren kullarına inşaAllah ahirette de nimetlerin en güzelini yaratacaktır.

18 Kasım 2010 Perşembe

Şeytan, insanın en tehlikeli düşmanıdır. Ancak şeytanı etkisiz hale getirmek de mümin için çok kolaydır.

Download MP3

Bir insana, “Bir yerlerde sana çok büyük düşmanlık besleyen biri var. Sana, olabilecek en büyük zararı verebilmek için yapmayacağı şey yok. Her türlü hile, yalan, oyun ve sahtekarlıkta usta biri. Ve sana istediği zararı verene kadar da peşini bırakmayacak” dense, tepkisi nasıl olur? Sadece, “Tamam” deyip konuyla ilgilenmemesi ve o düşmanına karşı hiçbir tedbir almadan hayatına devam etmesi söz konusu olur mu?

Elbetteki bu sorunun yanıtı, “Hayır”dır. Her insan, böyle bir düşmandan haberdar olur olmaz, bu konuya büyük bir dikkat verir. Düşmanından gelecek muhtemel zararı önleyecek tedbirleri almadan ve tehlikeyi etkisiz hale getirmeden, bu konuyu hiçbir şekilde aklından çıkarmaz.

Ancak insanın, kendisine büyük düşmanlık besleyen insanlardan çok daha tehlikeli ve gözü dönmüş bir düşmanı daha vardır. Bu düşman, ‘şeytan’dır. Ve insanın, dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük ve en kararlı düşmanıdır. İnsanlardan oluşan yüzlerce düşmanla dahi kıyaslanamayacak kadar tehlikeli bir varlıktır. Öyleyse insanın, herhangi bir düşmanına karşı dahi tedbir alırken, şeytanın düşmanlığına karşı ilgisiz ve umursuz bir tavır içerisinde olması elbetteki çok büyük bir hata olacaktır.

Çünkü şeytanın insan için hedeflediği bir ‘son’ vardır. Bu son, kişinin ‘sonsuz cehenneme girmesi’dir. İşte şeytanın, bu sonucu elde edene kadar insanın peşini bırakması mümkün değildir. Bu, Allah'ın Kuran'da bildirdiği kesin bir adetullahtır:

Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 168)


Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır. (Fatır Suresi, 6)


Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa Suresi, 119)

Allah Kuran'da, ‘insanı düşman edinen’ şeytana karşılık, insana da ‘şeytanı düşman edinmesini’ bildirmiştir. O halde insanın Allah'ın bu emrine uyarak, -Allah rızası için- şeytanı etkisiz hale getirmeyi kendisi için öncelikli bir hedef haline getirmesi gerekir.

Şeytan, insan için büyük bir düşmandır. Ancak Allah, insanın şeytanın şerrinden kurtulmasını da çok kolay kılmıştır. Bunun için Kuran'da insana yol gösterecek birçok sır bildirilmiştir. Bu sırlardan bir kısmı şöyledir:

  • Şeytan, Allah'ın izni olmadıkça hiçbir şey yapmaya güç yetiremeyen aciz bir varlıktır. (Mücadele Suresi, 10)
  • Şeytanın hilesi çok zayıftır. (Nisa Suresi, 76)
  • Şeytanın etkisi ancak, ‘Allah'a ortak koşanlar’ ile ‘şeytanı veli edinenler’ üzerindedir. (Nahl Suresi, 100)
  • Şeytanın insanlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur. (İbrahim Suresi, 22) (Sebe Suresi, 20-21)
  • Şeytanın, iman edenler ve Allah'a tevekkül edenler üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. (Nahl Suresi, 99)
  • Samimiyetle Allah'a ve Kuran'a sığınmak, şeytanın vesveselerini etkisiz hale getirir. (Araf Suresi, 200-201) (Fussilet Suresi, 36)

İnsanın, sadece Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu sırları bilmesi dahi, -Allah'ın izniyle- en büyük düşmanı olan şeytanı hızla ve kesin olarak etkisiz hale getirmesi için yeterlidir.

- İnsan eğer Allah'tan başka bir güç olmadığını; şeytanın da, insanların da güçsüz olduğunu unutmadan yaşarsa, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmazsa, şeytan ona her nereden yaklaşırsa yaklaşsın hiçbir sonuç alamayacak, kişiye hiçbir zarar veremeyecektir.

- İnsan eğer, -her ne şartlar altında olursa olsun- Allah'a tevekkülde kararlı olursa; Allah'ın herşeyi bir kader üzerine, hayır ve hikmetlerle yarattığını ve insanların ancak Allah'ın kaderde dilediği şekilde hareket edebildiklerini unutmazsa, şeytan ona hiçbir şekilde etki edemeyecektir.

- İnsan eğer, şeytandan bir vesvese geldiğinde, Allah'a sığınır ve Kuran ayetleriyle düşünürse, -Allah'ın izniyle- o vesvese ortadan kalkacak ve şeytan o kişiye hiçbir şekilde etki edemeyecektir.

- İnsan eğer, şeytanın hiçbir gücü olmayan, -yalnızca Allah'ın emrini yerine getiren- çok aciz bir varlık olduğunu unutmazsa, şeytanı müstakil bir güç olarak görmezse ve Allah'tan yana tavır koyarsa, şeytan o kişiye karşı tüm gücünü kaybedecektir.

- İnsan eğer, şeytanın hileli düzenlerini, ters-yüz ettiği gerçekleri, söylediği yalanları, oynadığı oyunları, verdiği vesveseleri Kuran ayetleriyle değerlendirirse, bunların tamamının çok çürük ve zayıf tuzaklar olduğunu hemen görecek ve şeytan ona yine hiçbir şekilde etki edemeyecektir.

İşte insan şeytana karşı bu imani şuur ile hareket ettiğinde, Allah'ın izniyle, hayatının sonuna kadar, şeytanın aleyhteki çabaları sonuçsuz kalacaktır.

İnsanın şeytana olan bakış açısı, asla bu gerçeklerin dışında bir mantık içermemelidir. Mümin asla şeytanı güçlü görmemeli, onu etkisiz hale getirmeyi zor sanmamalıdır. Allah'ın şeytanı, ancak inkar edenler için bir saptırıcı olarak yarattığını; ‘Allah'ı seven, Allah'ın beğendiği ahlakı yaşayan gerçek müminler üzerinde ise şeytanın hiçbir gücü olmadığını’ asla unutmamalıdır.

Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. (Nahl Suresi, 99)

15 Kasım 2010 Pazartesi

Zaten güzel ahlaklı olabilirsiniz. Ama eğer gücünüz yetiyorsa, bunun en az iki katı daha fazla güzel ahlaklı olun.

Bazı insanlar, fıtrat olarak ya da çocukluk yıllarından gelen yetiştiriliş tarzından dolayı çok daha pozitif bir ahlaka sahiptirler. Bazı insanlar da, bu kimselerin tam tersine, aynı sebepler doğrultusunda daha yırtıcı, daha sert ya da daha negatif özellikler içeren bir kişilik yapısı gösterirler.

Daha mülayim ahlaka sahip olan bu kimselere göre, diğerlerinin kendilerini yetiştirmesi, çok daha fazla çaba, çok daha fazla samimiyet ve irade gerektirebilir. Ancak sonuçta eğer bir insanın kalbinde yeterli Allah aşkı, iman coşkusu ve irade varsa, bu kimseler de, en az diğerleri kadar güzel bir ahlaka sahip olabilirler. Ve elbetteki, fıtrat olarak daha yumuşakbaşlı, daha mülayim olan insanlara göre, daha sert mizaçlı ya da daha negatif özelliklere sahip olan bu kimseler, bu konuda gösterdikleri samimi çabadan dolayı Allah Katında çok daha fazla ecir alabilirler (Doğrusunu Allah bilir).

İşte nasıl ki bir insan, istediği takdirde çok daha fazla çaba ile kendisini çok güzel yetiştirebilme imkanına sahipse; aynı şekilde çok güzel ahlaklı bir insanın da, bunun çok daha üstünde, çok daha derin bir ahlaka sahip olma imkanı da vardır. İnsanın önünde bu konuda bir engel yoktur. Allah bir ayette insanlara “Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının...” (Teğabün Suresi, 16) buyurmuştur. Dolayısıyla insan, gücünün yettiğinin en fazlasını yapmakla ve en iyisini elde etmeye çalışmakla sorumludur. Derin Allah korkusunu, Allah aşkını, Allah sevgisini, iman heyecanını kalbinde hisseden bir insan, imanından aldığı bu güç ile, -Allah'ın izniyle- ahlakını mükemmelin de üzerinde bir seviyeye ulaştırabilir.

Allah'ın Kuran'da insana, “gücünü en fazlasıyla kullanmasını” emretmiş olması, mümin için çok önemli bir ölçüdür. İman eden bir insan, Allah'ın bu emrini bilerek, “Nasıl olsa içimde hiçbir kötülük yok; her zemen her konuda herkese karşı olabilecek en güzel tavırları gösteriyorum. İyilikten, güzellikten yana aklıma gelen her tavrı uyguluyorum. Vicdanımın sesine mutlaka uyuyorum. Kuran ahlakına muhalif hiçbir davranışa yanaşmıyorum” diyerek, ahlakını belirli bir seviyede sınırlamamalıdır. Mutlaka iyinin daha iyisi, güzelin daha güzeli, olumlu tavrın daha olumlusu, yapıcı bir ahlakın daha yapıcısı olduğunu unutmamalıdır. Sevginin, saygının, şefkatin, hoşgörünün, mülayimliğin çok daha üst seviyeleri olabileceğini düşünerek, çok daha iyisini bulup uygulamak için kendisini zorlamalıdır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, eğer insan “Allah'tan güç yetirebildiğinin en fazlasıyla korkup sakınırsa”, Allah o kişiye güzel ahlakın daha da üstünde bir ahlakı nasıl yaşayabileceğini ilham edecektir.

Ve insan bu çabasının sonucunda, mevcut olandan çok daha üstün bir ahlak anlayışı elde ettiğinde de, yine bunu da yeterli görmemekle sorumludur. Yine bunun daha üstünde bir derinlik seviyesi olabileceğine inanarak, Allah'tan çok korkup sakınarak, ahlakını daha da mükemmelleştirebilmek için var gücüyle çaba harcamalıdır.

Ve samimi iman eden bir insan için bu süreç hayatının son anına kadar aralıksız bir çabayla devam edecektir. Mümin, Allah'ın kendisine lütfettiği ömrünün her gününü, her saatini ve her anını, sürekli olarak “Nasıl daha iyi olabilirim?” diye düşünerek, Allah'a sığınıp çok daha iyisini elde etmeye çalışarak geçirmelidir. Allah'a karşı olan sevgisini, samimiyetini, candanlığını, Allah'a kulluk etmedeki aşkını, şevkini, iradesini sürekli olarak daha da artırmanın yollarını aramalı, en mükemmele ulaştığına inansa bile asla kendisini yeterli görmemelidir.

14 Kasım 2010 Pazar

Konuşulan konuları uzatma alışkanlığından kurtulmak, insan için büyük bir zaman kazancıdır...

İnsanlar arasında yaygın olan özelliklerden biri de ‘gereksiz yere uzatılan ve hikmetsiz olarak yapılan konuşmalar’dır.

Bazı insanlar gün boyunca karşılaştıkları hemen her konu hakkında, -belirli bir amaç olmaksızın- detaylı analizler yapmaktan, her konu üzerinde uzun uzun konuşmaktan çok hoşlanırlar. İsteseler birkaç cümlede halledebilecekleri bir konuyu, özellikle uzatıp saatlerce irdelemeyi severler.

Bu, özellikle cahiliye insanlarında sıklıkla görülen bir alışkanlıktır. Ancak cahiliye insanlarının dünya hayatına, ölüme, ahirete bakış açıları düşünülecek olunursa, onlar bu alışkanlığı herhangi bir açıdan zararlı bulmazlar. Maddi çıkar elde etmek, itibar, makam ve mevki kazanmak gibi dünyevi idealleri dışında, gerçekten asil ve değerli bir hedefleri yoktur. Bu yüzden de, hayatlarının birçok kısmında oyalanmayı, ya da kendi kullandıkları deyim ile ‘vakit öldürmeyi’ mahsurlu görmezler. Dolayısıyla, aynı boşluğun konuşmalarında da olması onları rahatsız etmez. Bu kişilerin aradığı zaten sadece bir şekilde ‘vakit geçirmek’tir.

Müminlerin hayatında ise durum çok farklıdır. İman eden bir insanın hayatının her anında yapacağı çok fazla şey vardır. Mümin, ‘çok yüksek ideallere sahip insan’ demektir. Müslüman, dünyada kendisine verilen sınırlı süre içerisine, olabilecek en fazla hayırlı söz, davranış ve faaliyeti sığdırmaya çalışır. Uyku, yemek, beden temizliği gibi zaruri ihtiyaçlarına, olabilecek en akılcı ve en az vakti ayırarak, hayatının geri kalan tüm bölümünü Allah'ın rızasını kazanabileceği çalışmalara ayırır.

Dolayısıyla müminin boş vakti yoktur. Allah Kuran'da, müminin bu konudaki bakış açısının nasıl olması gerektiğini şöyle bildirmiştir:

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. (İnşirah Suresi, 7)

Bu nedenle Müslüman bir konudan bahsederken, konuyu olabilecek en özlü, en kısa ve en hikmetli şekilde halletmeye çalışır. O konu çözüme kavuşturulduktan sonra ise, sırf vakit geçirmek için gereksiz detaylarla, amacı olmayan yorumlarla ya da tekrarlarla konuyu uzatmaz.

Kimi cahiliye insanları, içlerindeki ‘amaçsızca vakit geçirme’ arzusundan dolayı, açılan her konu hakkında, öğrendikleri takdirde kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak detayları soruştururlar. Sadece neticesi önemli olan ve çoktan olmuş bitmiş bir olayın nasıl olup bittiğini, karşı tarafa neredeyse saniye saniye anlattırırlar. Yine, daha önce defalarca dinledikleri bir konuyu da, sanki ilk kez öğreniyormuşçasına bu kişiye tekrar tekrar anlattırırlar. Karşılarındaki kişilerde, aynı amaçsızlıkla, aynı olayları tüm ayrıntılarıyla yeniden anlatmakta bir sakınca görmezler. Bazen gazetede okudukları ya da televizyonda seyrettikleri bir olayı, konu hakkında hiçbir bilgileri olmamasına ve kendilerini hiç ilgilendirmemesine rağmen, “Ya şöyle olursa, ya böyle olursa? Öyle olursa ne olur, böyle olursa ne olur?” gibi saatlerce tartışırlar. Kendileriyle hiç alakası olmayan bir güncel haberi tamamen sahiplenir ve o konuyla adeta bütünleşerek, her gittikleri yerde, her gördükleri kişiyle o haberi konuşurlar.

Kendilerine sorulan bir soru olduğunda, doğrudan sorunun cevabını vermek yerine, önce çeşitli giriş konuşmaları yapar, yan konulardan bahsederler. O sonuç oluşana kadar hangi aşamalar yaşandı, bunları da anlattıktan sonra, nihayet karşı tarafın beklediği bilgileri verirler. Yaşadıkları önemli bir olayı birbirlerine aktarırken, doğrudan konuyu önemli hatlarıyla özetlemek yerine, cümle cümle o sırada geçen karşılıklı konuşmaları tek tek sayarlar.

Bu tarz boş konuşmaların yanı sıra, elbette bu kimselerin, gerçekten kendileri için önemli olan ve üzerinde çeşitli açılardan konuşulması gereken konuları da vardır tabi ki. Ancak büyük bir ideal peşinde koşmamaları ve konuları gereksiz yere uzatma alışkanlıklarından dolayı, önemli konularda da, hedeften uzaklaşarak yine boş konuşmalara dalarlar.

Allah'a, ahirete, hesap gününe iman eden bir insanın bu konudaki tavrı ise, elbetteki bundan çok farklıdır. Ancak bu alışkanlığın toplumun hemen her kesiminde çok yaygın olması ve nefsin de, insanı boş işlere sürüklemeye çabalaması sebebiyle, müminin de bu konuda dikkatini tam olarak açması gerekir.

İnsan bazen yanılarak, bir konunun tüm detaylarının gerçekten çok önemli olduğunu ve bunların karşı tarafa mutlaka anlatılması gerektiğini sanabilir. Ya da farkına varmadan, bir sohbet ortamı içerisinde konuları gereksiz yere uzatabilir. İnsan nefsi ve şeytan, kişiyi özellikle konunun özünden uzaklaştırıp detaylarda boğmak isteyebilir. Konuşmanın, amacından uzaklaşması, vaktini boşa geçirmesi için kişinin dikkatini dağıtabilir. Hayırlı bir amaç için konuşulan bir konuyu, amacından saptırıp dedikodu ortamı oluşturmak isteyebilir.

İşte müminin şeytandan ya da nefsinden gelebilecek bu tür yönlendirmelere karşı da çok dikkatli olması gerekir. İman eden bir insan için, hem kendinin hem de karşısındaki kişinin vakti son derece önemli ve kıymetlidir. Bir konuda gereksiz yere eklenecek tek bir hikmetsiz cümle bile, müminin bu kıymetli vaktini alabilir. Bu vakitte Müslüman, bu boş konuşma yerine, aklını, vicdanını çok hayırlı bir düşünceye, söze ya da tavra kanalize edebilir.

Bu nedenle Müslümanların da, hem kendileri, hem de diğer mümin kardeşleri açısından, konuları gereksiz yere uzatmamaları, hikmetsiz ve amaçsız tekrarlarla vakit kaybetmemeleri, boş sözlere dalmamaları son derece önemlidir. Her konuyu olabilecek en kısa, en özlü ve en akılcı şekilde halledip geçmek, önemli bir akıl alametidir. İşte mümin de bu yüksek akla ve vicdana sahip olan insandır.

Her davranış, her düşünce gibi her söz de hesap gününde insanın önüne çıkartılmak üzere saklanmaktadır. Sarf edilen her faydalı ve hikmetli söz, insanı ahirette kazançlı çıkaracak, Allah'ın rızasını, cennetini ve rahmetini kazanmasına vesile olacaktır.

Allah Kuran'da müminin bu konuda göstermesi gereken ahlakı şöyle bildirmiştir:

"Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz" derler." (Kasas Suresi, 55)

"Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir." (Furkan Suresi, 72)

'Düz akıllı insan' değil, 'aklını iyi kullanan insan' olmak önemlidir...

Bazı insanlar vardır, gerçekten de çok akıllıdırlar. Çok hızlı kavrayabilme, konuların grift noktalarını hemen fark edebilme, bir olayın küçük bir parçasından bütününü görebilme gibi önemli yeteneklere sahiptirler. Zeki ve akıllı olduklarının farkında oldukları için de, bu özelliklerini istedikleri yerde ve istedikleri şekilde kullanırlar.

Oysa insan ne kadar akıllı olursa olsun, ‘aklın iyi kullanılabilmesi’ de, en az ‘akıllı olmak’ kadar önemli bir konudur. Ancak bazı insanlar, bu detay gibi görünen, ama aslında çok önemli bir ahlak özelliği olan konunun tam olarak farkında değillerdir.

Halbuki eğer insan, aklını nasıl kullanması gerektiği konusunda özel bir özen göstermezse, ortaya ‘düz akıl’ olarak tanımlanabilecek bir akıl şekli çıkar. Bu düz akılda kişiler, akıllarını gelişigüzel şekilde kullanırlar. Örneğin önemli bir şeyi fark ederler; bunu hemen dile getirirler. Bir riskle karşı karşıya olduklarını görürler; konuyu hemen deşifre ederler. Herkesin fark edemediği bir şeyi analiz eder ve bunu da hiç düşünmeden karşılarındaki kişiye aktarırlar. Tavırlarındaki bu düşünmeden hereket etme ve acelecilik ise, elbetteki ‘akıllarına ve teşhislerine olan güvenlerinden’ kaynaklanmaktadır.

Oysa ki akıl, tek başına ne kadar güzel bir erdem olursa olsun, yine de aklın diğer güzel ahlak özellikleriyle birleştirilmesi gerekir. İnsanın sadece ‘doğruları - yanlışları’ görebilmesi, sorunların çözümlerini bulabilmesi, isabetli teşhisler yapabilmesi ‘güzel bir ahlak için’ yeterli değildir. Tüm bu tavırların her birinde, diğer insani özelliklerin de devreye girmesi; her konunun şefkatle, merhametle, saygıyla, sevgiyle, hoşgörüyle halledilmesi hayati önem taşır. İşte insan ancak aklını bu özelliklere de önem vererek kullandığında gerçek anlamda ‘akıllı bir insan’ olarak nitelendirilebilir.

Akıllı bir insanın en önemli özelliklerinden biri ise, ‘her gördüğünü, her bildiğini, her teşhis ettiğini ve her doğruyu düşünmeksizin dile getirmemesi’dir. Akıllı insan, ‘ne zaman, nerede, ne şekilde konuşması gerektiğini en iyi bilen insan’ olmalıdır. Söylenecek her sözün, -ne kadar doğru ve önemli olsa da- insanlar üzerinde yapacağı etkiyi hesap edebilmelidir.

Örneğin çabuk telaşa kapılabilecek kişilikteki bir insanın yanında, ani ve riskli bir gelişmeyi sansasyonel şekilde dile getirmek, akıllı bir insanın yapmayacağı bir tavır olmalıdır. Ya da ani heyecan sonucunda, tansiyonu yükselip sağlık açısından problem yaşayabilecek birine, önemli bir haberin dümdüz bir uslupla haber verilmesi doğru değildir. Bu kişiyi en az heyecanlandıracak, en yatıştırıcı etkiyi yapacak sözlerin, birer birer özenle seçilip, konuşmanın bu akılcılıkla yapılması gerekir. Aynı şekilde, her ne kadar doğru da olsa, bir gerçeği olumsuzdan başlayarak konuşmanın, insanların kalbinde burkuntu oluşturabileceğini de tahmin etmek gerekir. Aynı gerçeği, olumlu yönlerini vurgulayarak dile getirmek, güzel ahlakın ve akılcılığın bir gereğidir. Bazen de, hemen herkesin gördüğü, ancak nezaket ve güzel ahlakın gereği olarak açıkça dile getirilmeyen bazı gerçekler olur. İşte aklını iyi kullanmayan kimi insanlar, bu gerçekleri sanki ilk kez kendileri keşfetmişçesine, hemen gündeme getirip konu ederler. Bu durumun farkında olan diğer insanların, hangi hikmetlerle bunları dile getirmediklerini ise hiç düşünmezler.

Oysa ki çoğu zaman, bazı şeyleri çözümlemenin yolu, bunları gelişigüzel üsluplarla açığa vurmak değildir. Bir konuyu hallederken, o konuya dahil olan tüm insanların psikolojilerinin ayrı ayrı gözden geçirilerek, her birine en olumlu etkiyi yapacak yaklaşımlar seçilerek hareket edilmelidir. Bazen bir konudaki sorunu dile getirmektense, bundan hiç bahsetmeyip doğrudan çözümün anlatılması çok daha yerinde olabilir. Ya da aynı eksikliklerin, kusurların ya da hataların sürekli gündem yapılmasındansa, bunların telafisi olacak tavırların teşvik edilmesi kişilere daha yapıcı bir bakış açısı getirebilir.

Bunun yanı sıra bir insanın konuşmasında geçen tek bir kelime bile karşı taraf üzerinde çok olumsuz etki oluşturabilir. Bazen güzel bir iltifatın ya da sevgi sözcüğünün arasında yer alan özensizce seçilmiş bir kelime dahi, iltifat edilen kişide, sevinç ve mutluluk yerine, şüphe ve tedirginlik oluşmasına yol açabilir. Dolayısıyla bir insan eğer akıllı ise, her sözünü, sahip olduğu aklın süzgecinden geçirip eleyerek konuşmalıdır. Her kelimenin, her vurgunun, her ses tonunun insanlar üzerinde nasıl etkileri olacağını hesap ederek ilerlemelidir.

Örneğin bir doktor, uzman olduğu konuda yaptığı teşhislerden de emindir. Ama bunu dile getirirken bu doktorun, muhatap olduğu hasta olan kişiye karşı belirli bir insaniyet, nezaket ve akılcılıkla yaklaşma sorumluluğu da vardır. Sözgelimi bu hasta kanser tedavisi görmektedir ve birkaç haftalık ömrü kalmış olabilir. Ama herkesin çok iyi bildiği gibi, bu gerçeği dile getirecek olan insanın, hastalığı teşhis edebilecek yeteneklerinin yanında, pekçok insani özelliğe de sahip olması ve hastaya durumunu, olabilecek en insaniyetli üslupla aktarması gerekir.

Dolayısıyla, bir şeyi iyi bilmek ya da doğru olanı fark edebilmek, kişiye, onu en düz ve özgür şekilde ifade etme ya da her aklına geleni konuşma özgürlüğü de getirmemelidir. Asıl akıl alameti, insaniyet, merhamet, itidal, hoşgörü, sevgi, saygı gibi ölçüler içerisinde, pek çok detayı birarada düşünerek konuşmaktır. Gerçek anlamda akıllı insan da işte aklını, bu detaylarla birlikte kullanabilen insandır.


7 Kasım 2010 Pazar

Anne karakterinde görülen 'anne şefkati' bütün müminlerin birbirlerine göstermesi gereken güzel bir ahlak özelliğidir...

Download MP3


Bir annenin, çevresindeki tehlikelerden tümüyle habersiz ve savunmasız konumdaki çocuğuna karşı yoğun bir şefkat anlayışı vardır. Allah insanların, ilk hayata geldikleri andan itibaren korunmalarına, annelere verdiği bu şefkat duygusunu vesile eder. Ve insandaki bu şefkat duygusu da, Allah’ın Rahman Rahim isminin bir tecellisidir.

Allah, annelerin yavrularına karşı duydukları bu yüksek şefkat hissini hayvanlarda da aynı şekilde yaratmıştır. Bilim, hayvanların yavrularına karşı olan koruyuculuklarında gösterdikleri fedakarlıkları şaşkınlık ve hayranlıkla izlemektedir. Elbetteki Allah, hayvanların bu davranışlarında da yine insanlar için çeşitli ibretler ve örnekler yaratmıştır.


Allah'ın, insanların kalbine ilham ettiği bu şefkat duygusunun pek çok hikmeti vardır. Hayata gözlerini açtığı andan itibaren, yaşayacağı dünya hakkında hiçbir bilgisi olmayan, iyiyi - kötüyü, doğruyu - yanlışı, güvenliği - tehlikeyi bilmeyen, kendisini korumaktan aciz, ihtiyaçlarından ve bunları nasıl gidereceğinden bihaber olan bir varlığı, Allah bu ‘anne şefkati’ vesilesiyle tümüyle koruma altına almaktadır.

İşte bu ‘anne şefkati’, tüm insanların birbirlerine göstermeleri gereken şefkat anlayışı açısından çok önemli bir ölçü ve örnektir. Nasıl ki bir anne, savunmasız haldeki bir çocuğa ara ara ilgi, alaka şefkat gösterip, ara ara da ‘kendi başının çaresine bakması’ için onu kendi haline bırakamazsa; her an her yerde önceliği mutlaka çocuğuna verirse, işte ideal şefkat anlayışında da bu davranış esas olmalıdır. Nasıl ki bir anne çocuğuna karşı, gözükara ve hesapsız bir fedakarlık içerisindeyse; her ne olursa olsun çocuğunun rahatını, huzurunu ve ihtiyaçlarını kendininikinden önde tutarsa, insanların da birbirlerine karşı göstermeleri gereken şefkat böyle olmalıdır. Nasıl ki bir anne, ne kadar zor şartlar altında olursa olsun; en yorgun, en uykusuz, en güçsüz, en hasta, en yoğun ve en meşgul anında bile, bu şefkatinden ve ihtimamından ödün vermezse, insanlar arasındaki merhamet de aynı bu güçte olmalıdır.

Ancak elbetteki böylesine güçlü bir şefkat anlayışı yalnızca ‘Allah korkusu’ ile yaşanabilir bir duygudur. Allah, çocukların korunması için annelerine bu şefkat duygusunu ilham ederek onları yönlendirmektedir. Ancak bir insanın bu şefkat anlayışını hayatı boyunca sürdürebilmesi ve bunu tüm insanlara yöneltebilmesi için, bu kişinin mutlaka Allah'tan korkan, Kuran ahlakına uyan bir kimse olması gerekir.

İman etmeyen insanlar, böyle güçlü bir merhamet ahlakını ancak aralarında menfaat bağları olan kişilere; yani halihazırda ya da gelecekte, gösterdikleri şefkatin mutlaka bir şekilde kendilerine bir çıkar sağlayacağını düşündükleri kişilere gösterebilirler. Ve bunu da ancak geçici bir süre devam ettirebilirler.


Müminler ise, şefkatli ve merhametli olmayı, kişiliklerinin bir parçası olarak tüm hayatları boyunca yaşarlar. Allah'ın insanlara örnek bir model olarak gösterdiği ‘anne şefkati’ni de, yine bir karakter özelliği olarak benimserler. Beraberlerindeki müminlere karşı, bir annenin çocuklarına gösterdiği ihtimamdan çok daha koruyup kollayıcı bir tavır içerisinde olurlar. Müslüman kardeşlerini, dostları, arkadaşları ve yakınları olarak sevip sayar, onlara karşı hürmette kusur etmezler. Ancak şefkat göstermede, aynı bir annenin yavrusuna sahip çıkıp onun her türlü ihtiyacını, sıkıntısını, beklentisini söyletmeden düşünüp gidermesi gibi, titiz bir ahlak içerisinde olurlar. Onların sorunlarını, ihtiyaçlarını, sıkıntılarını, kendilerininkinden önde tutarlar. En zor şartlarda bile, önce Müslüman kardeşlerini koruyup kollamaktan taviz vermezler.

Ancak ‘anne şefkati’ dendiğinde elbetteki bu, bir kişiyi çocuk yerine koyup, ona, ondan daha tecrübeli, daha akıllı, daha bilgiçmişçesine bir tavır taslamak şeklinde algılanmamalıdır. Bu şefkat anlayışı, tümüyle tevazu ve alçakgönüllülük içerisinde gösterilen bir ahlaktır. Kimi zaman bir insanın anne şefkatiyle yaklaşacağı kişi, kendisinden yaşça çok ileride olan bir kimse de olabilir. Burada önemli olan, o kişiyi koruyup kollamada, ihtimam göstermede, onun ihtiyaçlarını, daha o söylemeden büyük bir hassasiyetle ve hissettirmeden gidermekte çok fedakarane ve ince düşünceli bir tavır içerisinde olabilmektir.

Müminlerde görülen bu ‘anne şefkati’, iman edenlerin birbirlerine duydukları sevginin de çok önemli bir alametidir. Çünkü ancak hiçbir menfaat beklentisi içerisinde olmadan, yalnızca Allah rızası için seven bir insan böyle yüksek bir ahlak gösterebilir. Dolayısıyla bu ahlakın, -kişi ayırt etmeden- tüm Müslümanlara karşı ve sürekli olarak gösterilmesi, aynı zamanda o kişinin samimi iman ettiğinin de önemli bir göstergesidir.

Kuran'da müminlerin birbirlerine karşı göstermeleri gereken şefkat anlayışını Allah bir ayette şöyle bildirmiştir:

Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü'minler için de (şefkat) kanatlarını ger. (Hicr Suresi, 88)

6 Kasım 2010 Cumartesi

İnsanın dikkatini, dünyadaki beklentilerinin gerçekleşmesine değil, sonsuz hayatında bunları kazanabilecek bir ahlakta olup olmadığına vermesi gerekir

Download MP3

İnsanın dikkatini, dünya hayatındaki beklentilerinin gerçekleşip gerçekleşmemesine değil, sonsuz hayatında bunları kazanabilecek bir ahlakta olup olmadığına vermesi gerekir...

Her insanın dünya hayatında olmasını çok fazla istediği olaylar vardır. Kimi için bu olayların gerçekleşmesi çok yakın, imkanları da bu durumun oluşması için çok uygundur. Kimi insanların çok büyük bir istekle arzuladıkları olayların gerçekleşmesi ise, -Allah'ın dilemesi dışında- çok zor görünmektedir. Bu kişilerin ellerindeki maddi manevi imkanlar ve içerisinde bulundukları şartlar, beklentileri için gereken özellikleri içermemektedir. Örneğin yaşlı bir insan her ne kadar geri dönüp genç yaşında birşeyler yaşayabilmeyi arzu etse de, -Allah'ın adetullahı gereği- dünya hayatında bu -Allah bir mucize yaratmadığı sürece- mümkün değildir. Ancak ne var ki, imkanları, isteklerinin gerçekleşmesi için çok uygun olan insanlar da, olmayanlar da, aynı derin tutkuyla hayallerinin gerçekleşmesini isterler.

Fakat insanın dünya hayatında istediği her şey en mükemmel şekilde gerçek olsa da, hayatının sonuna kadar hiç gerçekleşmese de, insanların hiç unutmamaları ve çok iyi düşünmeleri gereken bir hakikat vardır:

Tüm istediklerini elde edenler de, hiçbirini elde edemeyenler de, bu dünyada çok kısa bir süre yaşayabileceklerdir...
Dünya hayatı bir göz açıp kapayıncaya kadar geçecek ve insanların elde ettikleri mutluluklar da hızla tükenip bitecektir...

Bu nedenle insanın tüm dikkatini sadece isteklerinin gerçekleşip gerçekleşmemesine değil, sonsuz ahiret hayatını kazanabilecek bir ahlakta olup olmadığına vermesi gerekir. Çünkü bir insanın tüm istekleri, tam hayal ettiği şekilde kusursuzca gerçekleşse bile, bundan alacağı mutluluk, olsa olsa birkaç on seneyi aşmayacaktır. Sonunda mutlaka bu nimetler elinden gidecek, ölümle birlikte sahip olduğu herşey geride kalacaktır. Arzu ettiği tüm güzellikleri asıl olarak ahirette elde etmeyi hedefleyen bir insan ise, bu mutluluğu sonsuz anlar boyunca dilediği kadar yaşayabilecektir.

Büyük İslam alimi İmam Gazali, bu konuda insanlara şöyle bir hatırlatmada bulunmuştur:

“... Dünyadaki hükümdarların rütbeleri onların sahip oldukları makamların yanında küçük ve sönük kalır, onlarla kıyas bile edilemez! Ahiret sultanlığı hakkında Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: "Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk (saltanat) görürsün." (İnsan Suresi, 20)

Cenab-ı Hakk'ın büyük bir saltanat dediği ahiret mülkünü sen de yüce tut! Sen de çok iyi biliyorsun ki dünya ve içindekiler çok az ve değersiz şeylerdir. Hayat kısa, dünyadaki nimetlerin devamı kısa ve çok azıcık bir süredir. Sonra bizler kalkıyoruz bu azın azını elde etmek ve azıcık bir süre onunla birlikte olmak için canımızı ve malımızı seferber ediyoruz. Bir kısmımız bunu elde ediyor, bir kısmı elde edemiyor elde edenlere imreniyor. Onu elde etmek için canını ve malını tehlikeye attığına hiç bakmıyorlar.” (İmam Gazali, Cennete Doğru, (Yedi Geçit), Minhacü'l-Abidin, sf. 319)

“... Şunu bilmelisin: Bu dünya asla baki değildir. Ya sen onu terk edeceksin, ya da o seni terk edecek! Hasan (r.a.) der ki: "Dünya nimetleri devam etse de senin hayatın bir gün sona erecek. O halde dünya hayatı peşinde koşmanın ve çok değerli ömrünü onun peşinde harcamanın ne anlamı var?"”(İmam Gazali, Cennete Doğru, (Yedi Geçit), Minhacü'l-Abidin, sf. 145)

İnsanın kısa bir an için bu gerçeği düşünmesi ve bu kıyası yapması çok önemlidir. Kendi kendine bir karar vermeli; sadece dünyadaki güzellikleri elde etmeye kitlenmenin insana hiçbir faydası olmayacağını görmelidir. Allah dilerse insana dünyada da nimet verebilir ve bu bir insan için çok büyük bir lütuf olur. Ama insanın bunu ‘olmazsa olmaz’ bir hedef haline getirerek, tüm huzuru, mutluluğu, neşesi, sevinci için bunu adeta şart koşması çok büyük bir gaflet ve hatadır. Yapılması gereken, insanın arzu ettiği tüm güzellikleri Allah'tan dünyada ve ahirette kendisine lütfetmesini dilemesi; ancak takdiri Rabbimiz'e bırakarak kendisine verilenlerle mutlu olmasıdır. Ancak önemli olan bu mutluluğu da, sadece yüzeysel bir mutluluk olarak değil, sonsuz hayatında Allah'ın kendisine tüm dilediklerini verebileceği umudunun, samimi mutluluğu olarak yaşamasıdır.

Fakat şu da unutulmamalıdır ki, elbetteki insanın ahireti yalnızca sonsuz yaşayabilmek ve orada her istediğini sonsuza kadar elde edebilmek için istemesi, ona hiçbir şey kazandırmayacaktır. İnsanın asıl hedefi, Rabbimiz'in sevgisini istemek, O’nun dostluğunu kazanmaya çalışmak ve sonsuza kadar Allah'ın hoşnut olduğu kimselerden olarak yaşayabilmek olmalıdır. Allah’a karşı böylesine güçlü bir sevgisi olan bir insana, Allah nimetini sınırsızca lütfedecektir. Ama Allah sevgisi olmadan ve Allah sevgisi kişinin asıl hedefi olmadan, böyle bir sonuç oluşması mümkün değildir.

İmam Gazali, Allah'ın rızası ve sevgisinin ne kadar kıymetli olduğunu ve Allah'ın rızasını tercih eden bir kişinin ne kadar büyük mükafatlara layık görüleceğini şöyle bir örnekle anlatmıştır:

Bir kimsenin çok kıymetli ve nefis bir mücevheri olduğunu düşünelim. Bunu yüklü bir bedel karşılığında satması mümkün iken götürüp birkaç kuruşa satsa; bu davranış o kişi için büyük bir zarar ve muazzam bir aldanma olmaz mı? Aynı zamanda bu davranış himmetinin (emeğinin) düşüklüğüne, görüşünün zayıflığına ve aklının kıt olduğuna delalet etmez mi?

İşte bir kulun alemlerin Rabbinden alacağı rıza, mükafat, övgü ve sevap ile yetinmeyerek bunun yanında insanlardan elde edeceği övgü ve dünyalıklar, milyonlara hatta dünya ve içindekilerden daha fazlasına nisbetle bir kuruş kadar bile değer ifade etmez. O halde, şu değersiz dünyalıklar karşılığında Allah Teala'nın Yüce ve değerli ikramlarını kaybetmek apaçık bir aldanış değil midir?

Eğer bu değersiz dünyalıklar sana mutlaka gerekli ise, sen yine de ahirete yönel; göreceksin ki dünya da peşinden gelecektir. Sen sadece Rabbinin rızasını talep et, o da iki cihanın da sahibi olan Yüce Zat'tır.

Resullullah (s.a.v.) da şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki Allah Teala ahirete ait bir amel karşılığında dünyalık verir; fakat dünyalık bir amel karşılığında ahireti vermez!"
(Suyuti, Münavi)

Öyleyse amelleri halis niyetle sırf Allah rızası için yapan ve himmetini (emeğini) ahireti kazanmak için sarf eden kimse hem dünyasını ve hem de ahiretini mamur etmiş (kalkındırmış) olur. Eğer dünyaya yönelirse ahiretini kaybettiği gibi, belki de arzu ettiği dünyalıklara da nail olamaz (sahip olamaz). Nail olsa (sahip olsa) bile o dünyalıklar elinde baki kalmaz. Sonunda hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrayanlardan olur. (İmam Gazali, Cennete Doğru (Yedi Geçit) Minhacü’l-Abidin s. 264-265)

3 Kasım 2010 Çarşamba

Paylaşım siteleri Allah'a hizmet edecek şekilde kullanılmalı, gaflete hizmet edecek şekilde kullanılmamalı

Download MP3

Facebook hayra hizmet etmeli

Teknolojinin gelişmesiyle ve insanların yeni buluşlarda bulunmalarıyla birlikte her toplumda dönem dönem çeşitli yenilikler yaşanır. Nasıl ki geçmişte televizyon, internet ya da cep telefonları gibi araçların insan yaşamına katılmasıyla toplumlarda çeşitli değişiklikler yaşandıysa, günümüzde de küçük ya da büyük her yenilik, insanların hayatlarına büyük farklılıklar getirmektedir.

İşte son yıllarda insanların tanıştığı bu yeniliklerden biri de internet kullanıcıları arasında kendine geniş yer bulan ‘Facebook’ tur. Dünyanın dört bir yanından, çok geniş bir kitle Facebook kullanmaktadır. Ancak her insanın, kendisini tanıtabilme, ifade edebilme ve bu şekilde çevre edinebilme imkanı bulduğu Facebook’u kullanma amacı farklıdır.

Bunun yanı sıra, Facebook kullanan insanların her biri, birbirinden çok farklı ve çok çeşitli kültürlere sahiptir. Kuzey Avrupa’nın bir köşesindeki bir kasabadaki bir insan, buraya kendi kasabasının kültürünü taşırken; Çin’de yaşayan farklı inançtaki, farklı eğitim almış, farklı zevklere sahip bir insan da, aynı şekilde kendi kültürünü buraya yansıtmaktadır. Saygıyı, sevgiyi çok iyi bilen bir insan da burada kendisine çevre edinmekte; bu erdemlerden bihaber olan bir insan da bu sayfalarda kendisine bir yer bulmaktadır. İnsanlara hiç değer vermeyen, sadece çıkar ilişkilerine inanan bir insan da burada arkadaş edinmekte; derin vicdan sahibi, çok güzel ahlaklı bir insan da aynı şartlarda kişiliğini ortaya koymaktadır. Darwinist ve ateist bir insan da burada sesini duyurmakta, yalnızca Allah'ın rızası için yaşayan iman sahibi bir kişi de aynı ortamda kendisini tanıtabilmektedir.

Elbetteki interneti ya da Facebook sayfalarını kullanan insanların amaç ve kültür çeşitliliğini burada kısa bir yazı içerisine sığdırabilmek mümkün değildir. Bu konuyu ele almaktaki amaç da zaten bu değil, asıl olarak Müslümanların bu kültür içerisinde nasıl bir tavır içerisinde olmaları gerektiğidir.

İnternet, Allah'ın Ahir Zaman'da inananlar için yarattığı çok büyük bir nimettir. İnsanları saniyeler içerisinde istedikleri her konuda, en doğru bilgilere ulaştırabilen bir vesiledir. Yine saniyeler içerisinde, internet yoluyla aynı anda milyonlarca insanla diyalog kurabilme imkanı da vardır. Kuşkusuz ki bu, Allah'ın beğendiği ahlakı insanlara anlatmayı ve tüm dünya insanlarının Allah'a iman etmesini gönülden isteyen Müslümanlar için çok önemli bir araçtır.

Ancak bir yandan da, internet imkanı olan pek çok insanın, en verimli saatlerini bilgisayar başında amaçsızca internette dolaşarak geçirebildiği de bilinen bir gerçektir. Ayrıca internetteki konu, bilgi ve imkan çeşitliliği de insanları kolaylıkla bu duruma sürükleyebilmektedir. Bir kişi, sadece tek bir konuda bilgi edinmek için girdiği bir internet sayfasında, rahatlıkla amacından uzaklaşabilmekte ve dikkatini çeken yan konulara dalarak saatlerce vakit kaybedebilmektedir.

İşte Facebook sayfaları da, aynı şekilde insanları kolaylıkla saatlerce bilgisayar başına kitleyip vakit çalabilen bir araçtır. Kimi insanlar arkadaşlarına ulaşabilmek, kimileri yeni çevreler edinebilmek, kimileri de yeni iş imkanları bulabilmek amacıyla günlerinin büyük bölümünü bu sayfalarda dolaşarak geçirmektedirler. Ve pek çok insan, bu esnada internet yada Facebook kültürüne kendini kaptırabilmekte; kendi karakterinden uzaklaşarak; buradaki, topluca yaşanan üsluba ve karaktere uyum sağlamaktadır.

Oysa ki her nimet gibi, internetin de, Facebook’un da, Allah'ın rızasına uygun şekilde kullanılması esastır. Bir mümin, her zaman için elindeki imkanları kendi aklını ve vicdanını esas alarak değerlendirir. Bu imkanların kendisini yönlendirip sürüklemesine izin vermez. Örneğin bir Müslüman yemek yiyecekse, kendini kaptırıp, yararlı ya da zararlı diye ayırt etmeden, sağlığına zarar verecek yiyecekleri tüketerek, yemeğin esiri haline gelmez. Güzel giyinmek uğruna, bütün parasını hesapsızca giysiye harcayıp, diğer ihtiyaçlarını karşılayamayacak şekilde bir mağduriyet oluşturmaz.

İşte bunun gibi, interneti ya da Facebook’u kullanırken de, müminin ölçüsü ‘Allah'ın rızasına en uygun tavrı gösterebilmek’tir.Müslüman, internetin ya da Facebook’un kendisini esir etmesine izin vermez. İnternet başında, Facebook sayfalarında ne kadar vakit geçireceğine ve bu süre içerisinde hangi amaç doğrultusunda neler yapacağına aklını ve vicdanını kullanarak karar verir. Saatlerin nasıl geçtiğini dahi fark etmeyecek şekilde, şuursuzca ve amacından uzaklaşarak Facebook kültürüne kendisini kaptırmaz. İnternet dışındaki dış dünyayla adeta bağlantısını kesmiş bir şekilde, etrafındaki insanlarla olan diyaloğunu kopartarak, çevresinden ona yöneltilen taleplere karşı tepkisiz ve ilgisiz kalarak, tüm dikkatini bilgisayar ekranındaki Facebook dünyasına vermez.

Bir insan, interneti ya da Facebook’u kullanarak, kendince fayda sağlayacak çalışmalar yapmayı hedefliyor olabilir. Ancak mümin, aynı anda Kuran ahlakını her yönüyle yaşamakla sorumludur. Dolayısıyla kişinin, bir yönden bir güzellik yapayım derken, bu sırada diğer pek çok güzel ahlak özelliğinden soyutlanması elbetteki hatalı bir tavırdır. Mümin bilgisayar başında olduğunda da, hayatının her anında olduğu gibi, çevresinden kopmadan, beraberindeki insanlara karşı olabilecek en duyarlı ve en güzel ahlakı gösterebilmelidir.

Müslüman, Facebook yada benzeri imkanları kullanırken, hayatının her anında olduğu gibi çok şuurlu olmakla sorumludur. Sokakta bir yerde bir işini hallederken, biriyle telefonda konuşurken, televizyon seyrederken, gazete ya da dergi okurken, biriyle bir konuda sohbet ederken mümin her saniyesinin, her tavrının, her sözünün Allah'ın rızasına uygun olup olmadığını, her an düşünerek hareket eder. İşte internette de bir faaliyet yaparken de aynı şekilde, bu şuur açıklığı içinde olmalıdır.

Mümin bu şekilde kendisini çok iyi kontrol edebildiği gibi, çevresine de aynı yönde faydalı olan insan olmalıdır. İnternet ortamındaki yada Facebook kullanan insanlar onu kendi kültürüne sürükleyemediği gibi, mümin kişiliğiyle, ahlakıyla, aklıyla, vicdanıyla başkalarına da örnek olarak onları kendi çizgisine çekmelidir. Kendisine internet kültürüyle yaklaşan bir insana, bunun tam aksine samimi bir üslupla karşılık vermelidir. İnsanları dinsizliğe çeken cahiliye üsluplarına, Kuran ahlakının temizliğiyle karşılık vermelidir. Kendisini boş sözlerle, boş diyaloglarla oyalanmaya çağıran anlayışa, hikmetle ve akılcılıkla karşılık vermelidir. Bu ahlak gösterildiğinde, inşaAllah bu kişinin çevresindeki insanlar da yanlış olan kültürü uygulamaktan vazgeçecek ve bu kişinin gösterdiği samimi üsluba uyum göstereceklerdir.

Ayrıca mümin, gerçekten fayda verecek bir faaliyetle, hikmetsiz ve amacından uzaklaşmış, oyalayıcı ve istenen sonucu vermeyecek faaliyetler arasındaki farkı da ayırt edebilmelidir. Bir konu ilk bakışta insana gerçekten faydalı görünebilir ve kişi bu niyetle, bu yöne yönelebilir. Ancak ikinci bir kez, daha akılcı düşünüldüğünde, insan karşısında bundan daha faydalı olabilecek yollar da olduğunu görür. Örneğin bir insan bir yöntem ile, saatler boyu emek vererek, ancak on-yirmi kişiye ulaşabilecekten; bir başka yöntem ile, bir-iki saat içerisinde onbinlerce kişiye hitap edebilecekse, elbetteki ikincisini tercih etmelidir. İşte internette ya da Facebook’ta da insanın bu gerçeği de göz önünde bulundurması çok önemlidir. Mümin hem aciliyetli olanı tespit edebilmeli, hem de daha akılcı ve hikmetli olanı seçebilecek iradeyi gösterebilmelidir.

31 Ekim 2010 Pazar

Kasten yapmamak önemli bir mazerettir; böyle bir durumda kızgınlığa kapılmak değil, hoşgörüyle yaklaşmak esastır...

İnsanların çoğu çevrelerindeki kişilerde bir hata ya da eksiklik gördükleri zaman, refleks olarak önce kızgınlık hissine kapılma eğilimindedirler. Genellikle bu gibi durumlarda, önce konunun detaylarını araştırmaktansa, hiç soruşturmadan karşı tarafı haksız bulurlar. Henüz çocuk yaşta bir insan bile, istemeden bir tabak ya da bardak kırdığında, büyükleri, suçu hemen çocukta bulup onu azarlamaya yeltenirler. Yetişkin biri bir hata yaptığında ise, bu kişiye kızma konusunda kendilerini alabildiğine haklı görürler.

Oysa ki hata yapan kişinin içerisinde bulunduğu şartlar öğrenildiğinde, çoğu zaman bu tavrın altında bir kasıt olmadığı ortaya çıkar. Ve tavrı her ne kadar yanlış olursa olsun, bir kişinin yaptığı hatada kasıt gözetmemiş olması ise, ona karşı kızgınlık duyulmaması için çok geçerli ve önemli bir sebeptir.

Elbetteki hatalar hatırlatılmalı, düzeltilmeye, telafi edilmeye çalışılmalıdır. Eğer bu hata, kişinin bir ihmalkarlığından, düşüncesizliğinden, irade göstermemesinden, sorumsuzca davranmasından ya da umursamamasından kaynaklanıyorsa, bir daha tekrarlanmaması için bu konuda gereken her türlü tedbir de alınmalıdır. Ancak şu önemli gerçek hiçbir zaman için unutulmamalıdır:


- Öncelikle bir insana hata yaptıran Allah'tır. Allah dilediği için o kişi yanlış bir tavır gösterir. O insan, o anda yalnızca kaderinde kendisi için takdir edilene uymaktadır. Dolayısıyla bu, her kim olursa olsun, hata karşısında kızgınlık duyulmaması için yeterli bir sebeptir.

- Bunun yanı sıra, Allah insanı, ‘hata yapacak bir varlık’ olarak yaratmıştır. Bunun aksi bir beklenti içerisinde olmak çok yanlış olur. Elbetteki her insan hayatı içerisinde küçük ya da büyük mutlaka pek çok hata yapacaktır. İnsan ne kadar tedbir alsa da, ne kadar irade kullansa da, Allah'ın takdir ettiği bu gerçeğin önüne asla geçemez. Dolayısıyla bu da, hata yapan bir insana kızgınlık duyulmasını ortadan kaldıracak ikinci bir önemli sebeptir.

- Ayrıca, bir başkasında hata gördüğünde buna karşı kızmaya hazırlanan insan, kendisinin de sık sık hata yaptığını unutmamalıdır. Onun hataları da başkalarında çeşitli rahatsızlıklar oluşturmaktadır. Ancak insan hiçbir zaman için kendisine karşı kızgınlık duyulmasını istemez. Öyleyse bu insan, kendisine yapılmasını istemediği, kendi canını yakan, kendini rahatsız eden bir şeyi, başka hiçkimseye de yapmamalıdır. Kendisi bu tarz bir durumda iken nasıl ki mazeretleri olduğunu düşünüyor ve çevresinden kendisine şefkatle, sevgiyle ve anlayışla yaklaşılmasını bekliyorsa, o da herkese aynı hoşgörü ile bakmak durumundadır.

- Bir de Allah insana, ‘affediciliği, bağışlamayı, hoşgörülü olmayı, şefkat ve merhametten ayrılmamayı’ emretmiştir. Demek ki hayat içerisinde insanın karşısına bu ahlakı göstermesi gereken insanlar ve durumlar çıkacaktır. Eğer insanın çevresindeki tüm insanlar mükemmel ve kusursuz olacak olsaydı, insanın bu ahlak özelliklerini göstermek gibi bir sorumluluğu da olmazdı. Ancak Allah insanları kusurlu yaratmış ve birbirlerine karşı bu ahlakı göstererek birbirlerinin bu kusurlarını telafi etmelerini emretmiştir.


Buraya kadar sayılanlar, hata yapan bir insana gösterilmesi gereken bakış açısının özellikleridir. Bir de ‘hata yapan, ancak bunda hiçbir kasıt ya da kötü niyet gözetmeyen’ bir insanı değerlendirirken unutulmaması gereken gerçekler vardır.

Yanlış bir tavrı, yanlış olduğunu bile bile, kasten ve özellikle yapmak, Kuran ahlakıyla asla bağdaşmayacak ve Allah'ın beğenmediğini bildirdiği bir ahlaktır. Eğer bir insan, vicdanı kendisine doğruyu göstermesine rağmen, şuurlu bir şekilde kötülükten yana bir karar alıyorsa, bu en başta Allah Katında bu kişiye çok büyük bir sorumluluk yükleyecek bir tavırdır. Bu tür bir durumda insanlar bu kişiye karşı kızgınlık duymasalar da, Allah bu ahlakın karşılığını ona zaten verecektir. Ancak elbetteki müminler de, Allah'ın beğenmediği bir tavra karşı ‘Kurani bir buğz hissi’ duyarlar ki, bu da zaten onların imanlarının ve Kuran ahlakını yaşadıklarının bir göstergesidir.

- Ancak eğer bir insan kasıt gözetmeden; düşünemediği, akledemediği ya da unuttuğu için, tecrübesizliğinden, bilgisizliğinden ya da yanlış anlamış olmasından dolayı bir hata yapıyorsa, bu durumda bu kişiye karşı gösterilmesi gereken tavır, ‘şefkatle, merhametle, güzel ahlakla doğruyu göstermek’ olmalıdır.

- Ayrıca eğer bir insan hata yapıyorsa, ama bu durumunu açıklayabileceği mazeretleri varsa, bunları öğrenmeden, bu kişiyi hiç dinlemeden, hakkında peşin bir hüküm vermek ve kızgınlığa kapılmak da çok yanlıştır. Öne süreceği mazeretler, gerçekten bu kişinin hatasını mazur gösterecek sebepler içerebilir. Böyle bir durumda insanın, sırf nefsinin bu yönde teşvik etmesinden dolayı bu kişiye karşı kalbinde bir öfke duyması, Kuran ahlakına uygun değildir.

- Bunların yanında insan, karşısındaki kişinin ancak sözlerine göre bir kanaat edinebilir. Ancak elbetteki, kalbinde gerçekten bir kasıt olup olmadığını bilemez. İşte insan bu noktada da yine Kuran ahlakıyla düşünmek ve ‘hüsn-ü zan etmek’ durumundadır. Çünkü mümin için, karşı tarafın ‘sözü ve tavrı’ esastır. İnsanların kalplerinde olanı yalnızca Allah bilebilir. Bu nedenle eğer mümin, karşısındaki kişinin hatasına karşı öne sürdüğü mazeretlerde samimiyet ve haklılık görüyorsa, ona mutlaka itimad etmelidir.


Tüm bunların sonucunda gerçekten kasten yapılmadığına kanaat getirilen bir hata olduğunda ise, bu duruma affedicilikle, anlayışla, merhametle yaklaşılmalıdır. Mümin, böyle bir duruma karşı kızgınlık duymaktan Allah'a sığınmalıdır.

Ancak elbetteki her hata gibi, kasten yapılmayan yanlış bir tavrın da oluşturacağı maddi manevi çeşitli zararlar söz konusudur. İşte müminin böyle bir durumda dikkatini asıl yoğunlaştırması gereken, konunun bu kısmı olmalıdır. Eğer bir kişi kasıt gözetmeden de olsa, istemeden çevresine zarar verebilecek şartlara yol açıyorsa, bu durumda müminin göstermesi gereken en akılcı tavır ‘tedbir almak’ olacaktır. Bu kişinin ‘düşünememesi, akledememesi, unutması, yanlış anlaması’ gibi durumların bir daha oluşmaması için, gereken tüm önlemler uygulanmalıdır. Eğer buna rağmen bu kimse, bu eksikliğini telafi edemiyorsa ve tekrar tekrar unutabilecek, düşünemeyecek, yanlış anlayabilecek bir karakter gösteriyorsa, bu durumda oluşabilecek tahribatın önlenmesi için, elbetteki bu kişiye karşı çok daha temkinli davranılması gerekebilir. Ancak bu temkinin sebebi öfke değil, yalnızca ‘Allah rızası’dır. Mümin, bu kişinin yaptığı hatalarla çevresine zarar vermesi önleyebilmek için ona karşı -Allah rızası için- temkinli ve tedbirli davranır. Ancak bu, hiçbir zaman için kızgınlık dolu bir yaklaşım değildir. Müslüman, istemeden hataya düşen bir insanın acizliğini görmekten dolayı, ona karşı şefkat ve koruma duygularıyla yaklaşır.

Bir yandan şefkat duymak, bir yandan da tedbir alarak zararı engellemek, mümin için Kurani bir yükümlülüktür. Ve mümin bu ahlakı, hayatının her anında gösterdiği tüm tavırlar gibi, bir ibadet olarak yerine getirir.