8 Ocak 2011 Cumartesi

Dost olunacak bir insanda aranılacak en hayati özelliklerden biri 'güvenilirlik'tir

Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. (Hicr Suresi, 45-46)

Dost olunacak, sevilecek, saygı duyulacak bir insanda aranılan birçok önemli özellik vardır. Fedakarlık, duyarlılık, ince düşünce, şefkat, merhamet, akıl, dikkat, dürüstlük, vefa ya da sadakat gibi... Bu özelliklerin her birinin, karşı taraf üzerinde oluşturduğu ayrı ayrı olumlu etkileri vardır. Ve elbetteki her insan, dost olacağı kimsenin, bu güzel özelliklerin her birine en mükemmel şekilde sahip olmasını ister. Ancak yine de, bazen bu özelliklerden herhangi birinin eksikliği, çok fazla önemsenmeyebilir. Kişinin güzel bir yönü, diğer bir konudaki eksikliğini örtecek ve telafi edecek nitelikte olabilir. Ya da zamanla kişinin kendisini o yönde de geliştireceği düşünülerek, bazı eksiklikleri hoşgörüyle karşılanabilir. Dolayısıyla bir insan, dost olacağı bir kimsede aradığı bu özelliklerden gerektiği takdirde vazgeçebilir.

Ancak bir de bazı hayati konular vardır ki, bunlar dost olunacak bir insanda mutlaka olması gereken, asla vazgeçilemeyecek ve eksikliği gözardı edilemeyecek niteliktedir. Bir insan, neredeyse birçok konuda çok mükemmel özelliklere sahip olsa da, hayati önem taşıyan tek bir özelliğinin eksik olması, o kişiyle ‘derin bir dostluk kurulmasına’ ciddi şekilde engel teşkil eder. İşte bu hayati özelliklerin en önemlilerinden biri, ‘güvenilirlik’tir.

Allah Kuran'da, cennete kabul edilen müminlerin orada ilk olarak duyacakları sözün, “Oraya esenlikle ve güvenlikle girin” şeklinde olacağını bildirmiştir. Bu da, insanların en önemli ihtiyaçlarından birinin, ‘kendilerini güvende hissedecekleri ve güven duyacakları bir ortamda olmaları’ olduğunu göstermektedir. İşte bu nedenledir ki dünya hayatında da, insanlar fıtrat olarak, hemen her yerde öncelikli olarak ciddi şekilde bir ‘güvenlik arayışı’ içerisindedirler. Oturacakları evi, yaşayacakları semti, çalışacakları yeri, gidecekleri okulu seçerlerken, öne sürdükleri öncelikli şartlarından biri, her zaman için mutlaka ‘güvenliğin sağlanması’dır. Tüm hayatlarını böyle bir ihtiyaç içerisinde yönlendirirken, elbetteki dostlarını seçerken de en dikkat ettikleri konulardan biri de yine ‘güvenilirlik’ olmaktadır.

Bir insanın bir başkasıyla ‘dost olması’; ‘tüm hayatını, kusur ve eksikleriyle, güzellikleriyle, nimetleriyle ve tüm açıklığıyla, dürüstçe o insana da açması’ demektir. Gerçek dostluk, ‘hiçbir konuda sır saklamaksızın, tedbir alma ya da gizlenme gereği hissetmeksizin, içteki en derin duygulara kadar, hiçbir noktada engel koymaksızın o kişiyi sırdaş edinmek’ demektir. Dolayısıyla dost olunacak kişinin öylesine bir güven telkin etmesi gerekir ki, karşı tarafın aklında hiçbir zaman için, “Şöyle yaparsam ne der?”, “Bu fikrimi nasıl karşılar?”, “Beni yanlış anlar mı?”, “Kusurlarımı öğrendiğinde bana olan sevgisi azalır, saygısı zedelenir mi?” gibi ‘soru işaretleri’ oluşmamalıdır. İleride bir gün, özellikle de iki tarafın menfaatleri çatıştığında, bu kişilerden biri, hiçbir zaman için karşı tarafın sadakatsizliğinden, vefasızlığından yana bir şüphe ya da tedirginliğe kapılmamalıdır. Her ne olursa olsun, on yıllarca görüşülemese de, ölene kadar bir kez bile konuşma imkanı olmasa da, kalpte yaşanan samimi sevgi ve dostlukta hiçbir değişiklik olmamalıdır. Aleyhte çeşitli konuşmalar anlatılsa, olumsuz telkinler yapılsa, bunlara dair açık deliller sunulsa dahi, bunların, kişi üzerinde hiçbir etkisi olmamalıdır.

Birbirinden farklı iki ayrı insan arasında böylesine sağlam bir güven oluşması ise, elbetteki ancak ‘samimi Allah korkusu ve derin iman’ neticesinde mümkün olabilir. Dünya üzerinde bunun dışında iki insan arasında gerçek ve sağlam dostluk anlayışının kurulabilmesi mümkün değildir. İnsanların birbirlerini sevmeleri, beğenmeleri, sadakat göstermeleri ya da birbirlerine karşı güvenilir oldukları izlenimi vermeleri, yalnızca belirli menfaat ortaklıklarının gerekliliklerinden kaynaklanır. Bu çıkar dengelerindeki en küçük bir değişiklik ise, tüm bu beğeni, sevgi, dostluk ve güvenilirlik iddialarının da bir anda ortadan kalkmasına yol açar.

Ancak eğer iki insan dostluklarını imani bir güvenilirlik üzerine kurmuşlarsa, böyle bir durum asla söz konusu olmaz. Ve güvene dayalı böyle gerçek bir dostluk, dünya hayatında insanlara sunulan en büyük konforlardan biridir. İnsanın adeta kendisiyle muhatap oluyormuşçasına, bir başkasının yanında da aynı rahatlığı, aynı güven ortamını bulabilmesi çok büyük bir nimettir.

Dolayısıyla dost olunacak bir insanda ‘güven’ arayışı içerisinde olmak, insanlar için çok hayati bir ihtiyaçtır. Bir insan çok güzel özelliklere sahip olsa, pek çok açıdan kendisini çok iyi yetiştirmiş olsa da, güven telkin eden bir kişilik sergilemediği sürece, iman şuuru almış bir insan için bu kişi, ‘temkinli olunması gereken’ bir insandır. Eğer bir kişi, kendisine karşı temkinli olunmamasını, yanında rahat olunmasını, samimi olunmasını istiyorsa, bunun için gereken en acil ihtiyacın, karşı tarafa ‘güven vermek olduğunu’ bilmelidir. Diğer güzel özelliklerini daha da artırarak; örneğin çalışkansa daha da çalışkan, merhametliyse daha da merhametli ya da ince düşünceliyse daha da ince düşünceli olmaya çalışarak, bu durumu değiştirmesi söz konusu değildir. Bunun için öncelikli olarak yapması gereken, ‘Nasıl güven veren bir insan olabilirim?’ diye düşünmek ve bunun gerekliliklerini uygulamak olmalıdır.

Güvenilir bir insanın en önemli özelliklerinden biri, Allah'tan çok derin bir saygı ile korkup sakınması ve Allah'a gönülden, katıksız bir imanla aşk ve tutkuyla iman etmiş olmasıdır. Allah'ın rızasını, dünyanın hiçbir menfaatine asla değişmemesidir. Allah'ın sevgisini kazanabilmek için dünyanın her türlü zorluğuna, sıkıntısına hiç tereddüt etmeksizin zevkle göğüs gerebilmesidir. Allah'ın hoşnutluğunu, asla nefsinin hoşnutluğuna değişmemesidir. Allah'ın bir emrini uygulamada asla gevşeklik göstermemesidir. Kendinden önce her zaman mutlaka dinin ve inananların menfaatlerini gözetmesidir. Böyle bir ahlakta bir insan, nefsini adeta terk etmiştir. Allah rızası için sevdiklerini, dostlarını her zaman için kendi nefislerinden önde tutar. Kendini temize çıkarabilme peşinde olmaz. Hep karşı tarafı haklı çıkaran, hatayı, kusuru kendi üstlenip, karşı tarafı koruyup kollayan bir ahlak gösterir.

Dolayısıyla güven vermek isteyen bir insan öncelikle mutlaka ‘nefsini terk etmiş olmalı’dır. Nefis sevgisi terk edilmeden, bir insanın tam olarak güvenilir olma vasfı gösterebilmesi söz konusu olmaz. Her zaman nefsinin yanında olan bir insan, kimseyle gerçek anlamda dostluk kuramaz. Çünkü ‘sevdiği ve dost olduğu insan mı, yoksa kendi nefsi mi?’ diye bir seçim söz konusu olduğunda, her zaman karşı tarafı bırakıp mutlaka kendisini tercih edecektir. Nefsinin memnuniyetini sağlamaya çalışmaktan vazgeçemeyecektir.

İşte dünya hayatında ‘samimi dostluklar kurmak’, ‘gerçek dostluğun güzelliğini yaşamak’ isteyen her insan, tüm bu bilgileri bir kez daha düşünmeli, ahlakını bu yönde bir kez daha gözden geçirmelidir. ‘Güven arayışı’nın çok önemli bir ihtiyaç olduğu ve bir insanın bir başkasında, imandan sonra arayacağı özelliklerden birinin bu olduğu asla unutulmamalıdır. Sorunu başka detaylarda arayıp sonuç almaya çalışmaktansa, asıl ihtiyacın ‘güven’ olduğu tam olarak anlaşılmalıdır.

Nitekim Kuran'da, cennete giren müminlerin, orada ‘esenlik ve güvenlik temennisiyle karşılanacağı’nın bildirilmiş olması, dünya hayatında da bu özelliğin kazanılmasının ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunun anlaşılması açısından çok hikmetlidir:

Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. (Hicr Suresi, 45-46)

2 Ocak 2011 Pazar

Geri adım atmasını bilmek, hakkından feragat edebilen insan olabilmek...


Genelde insanlar arasında “dediğini yaptırabilen” bir kişi olabilmek önemlidir. Çoğu kimse, bu özelliği gösteren kişilere karşı çok daha fazla saygı duyar. Bu kimselerin, diğer insanların elde edemediği çok önemli bir üstünlüğe sahip olduklarına inanır; gösterdikleri güçlü ve baskın kişilik nedeniyle onlara karşı derin bir hayranlık beslerler.

Oysa ki bu tümüyle çok yanlış bir bakış açısıdır. Çünkü asıl üstünlük, bir kişinin sürekli olarak kendi dediğini yaptırması, her konuda kendini haklı çıkarması ve tek söz sahibi kendisini görmesi değildir. Tam tersine bu, her insanın kolaylıkla yapabileceği bir tavırdır. Nefis insanı zaten bu yönde teşvik etmekte ve desteklemektedir. İnsanın daima kendinden yana tavır alması, nefsin en hoşuna giden şeylerden biridir. Kişinin egosunu, enaniyetini, gurur ve kibrini en çok mutlu edecek davranışlardandır. Dolayısıyla bir insanın sürekli üstün gelmeyi, haklı çıkmayı ve dediğini yapmayı başarmasından dolayı sevince kapılması ve kendini başkalarından daha büyük görmesi çok yersizdir. Aynı şekilde çevresindeki insanların da, böyle bir kimseye saygı ve hayranlık duymaları çok yanlıştır.

Asıl üstünlük, bir kimsenin kendi egosunu, enaniyetini ve gururunu –Allah rızası için- yenebilmesi; kendi nefsinin isteklerindense, Allah'ın razı olacağı ahlakı uygulamayı tercih edebilmesidir. Sürekli olarak kendi dediğini yaptırmanın peşinde olmaktansa, -Allah rızası için- alçakgönüllülükle, tevazuyla hareket edip, başkalarının fikirlerine ve sözlerine de değer verebilmesidir. İşte asıl emek gerektiren ve dolayısıyla da saygı ve hayranlık duyulması gereken ahlak şekli de budur. Çünkü nefse asıl zor gelen de budur.

Bu gerçeği gereği gibi düşünmeyen insanlar, bir ortamda geri çekilen, başkasına öncelik veren, kendinden feragat eden insanların gösterdikleri üstün ahlakı fark etmezler. Bu kimselerin, karşı tarafın üstünlüğü karşısında böyle bir tavır gösterdiklerine inanır; hatta bazen bu insanları ‘kişiliksiz’ olarak dahi nitelendirebilirler. Halbuki böyle bir ahlak sergileyen kişi, o sırada Allah korkusuyla hareket etmekte, vicdanını kullanmakta ve Allah'ın en razı olacağını umduğu tavrı uygulamaktadır. Geri adım atmasının sebebi de yalnızca budur. Bunun yerine karşı tarafla haklılık yarışına girip üste çıkmaya; inatla ve ısrarla kendi dediğini yaptırmaya çalışmanın ve tevazudan uzak, kibirli bir tavır sergilemenin Kuran ahlakıyla bağdaşmayacağını bilmektedir. Dolayısıyla ahlak ve vicdan olarak asıl üstün olan da, sözünü geçirten ve dediğini yaptıran kişi değil, Kuran ahlakıyla hareket ederek olgunluk gösteren bu kimsedir.

Kendi dediği yapılan kimse, bu durumdan dolayı sevince kapılır ve kendisiyle gurur duyar. Karşısındaki, geri adım atan, alttan alan ve hakkından feragat ederek onun sözüne uyan kimsenin ahlakındaki olgunluğun ve üstünlüğün ise farkına varmaz. Olayların doğal akışı ve özellikle de kendisindeki üstün kişilik neticesinde bu sonucu elde ettiğini zanneder.

Oysa ki, insanları ve olayları Kuran ahlakıyla değerlendirenler, görünüşte bu kişi galip gelse, onun sözüne uyulsa ve onun dedikleri yapılsa dahi, gerçekte kimin ahlakının ve kişiliğinin daha üstün olduğunu çok açık bir şekilde görürler.

Daha da önemlisi, vicdanını kullanan, tevazu gösteren, hakkından geçen, geride kalmayı kabul eden bir kimse, Allah'ın beğendiği ve razı olacağını bildirdiği ahlakı göstermiş olur. Dolayısıyla dünyada insanlar tarafından fark edilmese, üstün tutulmasa ve takdir edilmese dahi, hiçbir şekilde bir kayba uğramış olmaz. Tam tersine inşaAllah, Allah Katında ve ahirette Rabbimiz'in rızasını kazananlardan olması umulur, ki asıl üstünlük de zaten budur.