31 Ekim 2010 Pazar

Kasten yapmamak önemli bir mazerettir; böyle bir durumda kızgınlığa kapılmak değil, hoşgörüyle yaklaşmak esastır...

İnsanların çoğu çevrelerindeki kişilerde bir hata ya da eksiklik gördükleri zaman, refleks olarak önce kızgınlık hissine kapılma eğilimindedirler. Genellikle bu gibi durumlarda, önce konunun detaylarını araştırmaktansa, hiç soruşturmadan karşı tarafı haksız bulurlar. Henüz çocuk yaşta bir insan bile, istemeden bir tabak ya da bardak kırdığında, büyükleri, suçu hemen çocukta bulup onu azarlamaya yeltenirler. Yetişkin biri bir hata yaptığında ise, bu kişiye kızma konusunda kendilerini alabildiğine haklı görürler.

Oysa ki hata yapan kişinin içerisinde bulunduğu şartlar öğrenildiğinde, çoğu zaman bu tavrın altında bir kasıt olmadığı ortaya çıkar. Ve tavrı her ne kadar yanlış olursa olsun, bir kişinin yaptığı hatada kasıt gözetmemiş olması ise, ona karşı kızgınlık duyulmaması için çok geçerli ve önemli bir sebeptir.

Elbetteki hatalar hatırlatılmalı, düzeltilmeye, telafi edilmeye çalışılmalıdır. Eğer bu hata, kişinin bir ihmalkarlığından, düşüncesizliğinden, irade göstermemesinden, sorumsuzca davranmasından ya da umursamamasından kaynaklanıyorsa, bir daha tekrarlanmaması için bu konuda gereken her türlü tedbir de alınmalıdır. Ancak şu önemli gerçek hiçbir zaman için unutulmamalıdır:


- Öncelikle bir insana hata yaptıran Allah'tır. Allah dilediği için o kişi yanlış bir tavır gösterir. O insan, o anda yalnızca kaderinde kendisi için takdir edilene uymaktadır. Dolayısıyla bu, her kim olursa olsun, hata karşısında kızgınlık duyulmaması için yeterli bir sebeptir.

- Bunun yanı sıra, Allah insanı, ‘hata yapacak bir varlık’ olarak yaratmıştır. Bunun aksi bir beklenti içerisinde olmak çok yanlış olur. Elbetteki her insan hayatı içerisinde küçük ya da büyük mutlaka pek çok hata yapacaktır. İnsan ne kadar tedbir alsa da, ne kadar irade kullansa da, Allah'ın takdir ettiği bu gerçeğin önüne asla geçemez. Dolayısıyla bu da, hata yapan bir insana kızgınlık duyulmasını ortadan kaldıracak ikinci bir önemli sebeptir.

- Ayrıca, bir başkasında hata gördüğünde buna karşı kızmaya hazırlanan insan, kendisinin de sık sık hata yaptığını unutmamalıdır. Onun hataları da başkalarında çeşitli rahatsızlıklar oluşturmaktadır. Ancak insan hiçbir zaman için kendisine karşı kızgınlık duyulmasını istemez. Öyleyse bu insan, kendisine yapılmasını istemediği, kendi canını yakan, kendini rahatsız eden bir şeyi, başka hiçkimseye de yapmamalıdır. Kendisi bu tarz bir durumda iken nasıl ki mazeretleri olduğunu düşünüyor ve çevresinden kendisine şefkatle, sevgiyle ve anlayışla yaklaşılmasını bekliyorsa, o da herkese aynı hoşgörü ile bakmak durumundadır.

- Bir de Allah insana, ‘affediciliği, bağışlamayı, hoşgörülü olmayı, şefkat ve merhametten ayrılmamayı’ emretmiştir. Demek ki hayat içerisinde insanın karşısına bu ahlakı göstermesi gereken insanlar ve durumlar çıkacaktır. Eğer insanın çevresindeki tüm insanlar mükemmel ve kusursuz olacak olsaydı, insanın bu ahlak özelliklerini göstermek gibi bir sorumluluğu da olmazdı. Ancak Allah insanları kusurlu yaratmış ve birbirlerine karşı bu ahlakı göstererek birbirlerinin bu kusurlarını telafi etmelerini emretmiştir.


Buraya kadar sayılanlar, hata yapan bir insana gösterilmesi gereken bakış açısının özellikleridir. Bir de ‘hata yapan, ancak bunda hiçbir kasıt ya da kötü niyet gözetmeyen’ bir insanı değerlendirirken unutulmaması gereken gerçekler vardır.

Yanlış bir tavrı, yanlış olduğunu bile bile, kasten ve özellikle yapmak, Kuran ahlakıyla asla bağdaşmayacak ve Allah'ın beğenmediğini bildirdiği bir ahlaktır. Eğer bir insan, vicdanı kendisine doğruyu göstermesine rağmen, şuurlu bir şekilde kötülükten yana bir karar alıyorsa, bu en başta Allah Katında bu kişiye çok büyük bir sorumluluk yükleyecek bir tavırdır. Bu tür bir durumda insanlar bu kişiye karşı kızgınlık duymasalar da, Allah bu ahlakın karşılığını ona zaten verecektir. Ancak elbetteki müminler de, Allah'ın beğenmediği bir tavra karşı ‘Kurani bir buğz hissi’ duyarlar ki, bu da zaten onların imanlarının ve Kuran ahlakını yaşadıklarının bir göstergesidir.

- Ancak eğer bir insan kasıt gözetmeden; düşünemediği, akledemediği ya da unuttuğu için, tecrübesizliğinden, bilgisizliğinden ya da yanlış anlamış olmasından dolayı bir hata yapıyorsa, bu durumda bu kişiye karşı gösterilmesi gereken tavır, ‘şefkatle, merhametle, güzel ahlakla doğruyu göstermek’ olmalıdır.

- Ayrıca eğer bir insan hata yapıyorsa, ama bu durumunu açıklayabileceği mazeretleri varsa, bunları öğrenmeden, bu kişiyi hiç dinlemeden, hakkında peşin bir hüküm vermek ve kızgınlığa kapılmak da çok yanlıştır. Öne süreceği mazeretler, gerçekten bu kişinin hatasını mazur gösterecek sebepler içerebilir. Böyle bir durumda insanın, sırf nefsinin bu yönde teşvik etmesinden dolayı bu kişiye karşı kalbinde bir öfke duyması, Kuran ahlakına uygun değildir.

- Bunların yanında insan, karşısındaki kişinin ancak sözlerine göre bir kanaat edinebilir. Ancak elbetteki, kalbinde gerçekten bir kasıt olup olmadığını bilemez. İşte insan bu noktada da yine Kuran ahlakıyla düşünmek ve ‘hüsn-ü zan etmek’ durumundadır. Çünkü mümin için, karşı tarafın ‘sözü ve tavrı’ esastır. İnsanların kalplerinde olanı yalnızca Allah bilebilir. Bu nedenle eğer mümin, karşısındaki kişinin hatasına karşı öne sürdüğü mazeretlerde samimiyet ve haklılık görüyorsa, ona mutlaka itimad etmelidir.


Tüm bunların sonucunda gerçekten kasten yapılmadığına kanaat getirilen bir hata olduğunda ise, bu duruma affedicilikle, anlayışla, merhametle yaklaşılmalıdır. Mümin, böyle bir duruma karşı kızgınlık duymaktan Allah'a sığınmalıdır.

Ancak elbetteki her hata gibi, kasten yapılmayan yanlış bir tavrın da oluşturacağı maddi manevi çeşitli zararlar söz konusudur. İşte müminin böyle bir durumda dikkatini asıl yoğunlaştırması gereken, konunun bu kısmı olmalıdır. Eğer bir kişi kasıt gözetmeden de olsa, istemeden çevresine zarar verebilecek şartlara yol açıyorsa, bu durumda müminin göstermesi gereken en akılcı tavır ‘tedbir almak’ olacaktır. Bu kişinin ‘düşünememesi, akledememesi, unutması, yanlış anlaması’ gibi durumların bir daha oluşmaması için, gereken tüm önlemler uygulanmalıdır. Eğer buna rağmen bu kimse, bu eksikliğini telafi edemiyorsa ve tekrar tekrar unutabilecek, düşünemeyecek, yanlış anlayabilecek bir karakter gösteriyorsa, bu durumda oluşabilecek tahribatın önlenmesi için, elbetteki bu kişiye karşı çok daha temkinli davranılması gerekebilir. Ancak bu temkinin sebebi öfke değil, yalnızca ‘Allah rızası’dır. Mümin, bu kişinin yaptığı hatalarla çevresine zarar vermesi önleyebilmek için ona karşı -Allah rızası için- temkinli ve tedbirli davranır. Ancak bu, hiçbir zaman için kızgınlık dolu bir yaklaşım değildir. Müslüman, istemeden hataya düşen bir insanın acizliğini görmekten dolayı, ona karşı şefkat ve koruma duygularıyla yaklaşır.

Bir yandan şefkat duymak, bir yandan da tedbir alarak zararı engellemek, mümin için Kurani bir yükümlülüktür. Ve mümin bu ahlakı, hayatının her anında gösterdiği tüm tavırlar gibi, bir ibadet olarak yerine getirir.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Güzel bir erdemi sözlerle anlatıp yüceltmek kolaydır. Önemli olan, bunları uygulamak söz konusu olduğunda irade gösterebilmektir.

Çoğu insanda rastlanabilen önemli bir özellik vardır: Konuşmak söz konusu olduğunda, pek çok insan bir konu hakkında olabilecek en güzel sözleri söyler; en doğru, en akılcı tavırlarda bulunmak gerektiğini anlatırlar. Olması gereken en iyi ahlakın ne olduğu hakkında hiçbir detay atlamadan en mükemmel sözleri söylerler. Kendilerinin de, bu en iyi, en doğru, en güzel ve en mükemmel olanı yapmayı hedeflediklerini ve bunda da çok kararlı ve istekli olduklarını anlatırlar.

Ancak çoğu zaman, bu anlatılanları uygulamak söz konusu olduğunda, aynı insanlar sözlerindeki istek ve kararlılığı nedense tavırlarına yansıtamazlar. Bir anda en doğru, en iyi ve en mükemmelden kolaylıkla tavizler verirler. Kısacası sözleriyle tavırları birbirini tutmaz. Kimi zaman tavırlarında, sözlerinde anlattıklarından hiç eser dahi yoktur.

Aslında her insan, bir konuda yapılması gereken en doğru ve en isabetli tavrın ne olduğunu bilecek şekilde yaratılmıştır. Allah her insanın vicdanına en iyiyi ve en doğruyu ilham eder. Dolayısıyla her insan, her şartta yapılması gereken en güzel tavrın ne olduğunu bilmektedir. Ve istediği takdirde, vicdanının kendisine gösterdiği bu doğruluğu, sözlerine de en mükemmel şekilde yansıtabilir.

Ancak işte insanın içten içe bildiği bu doğruları bir de uygulama safhası vardır. Bu noktada insan yine vicdanıyla başbaşa kalır. Çok iyi bildiği doğrular ile, nefsine ve çıkarlarına daha uygun olan tavırlar arasında bir tercih yapmak durumundadır. Ve çoğu insan bu noktada, doğrulardan yana değil, kendi isteklerinden, rahatından ve menfaatlerinden yana tavır koyar. Öncesinde iyilikten yana ne kadar istekli, kararlı ve şevkli olursa olsun, uygulama anı geldiğinde, bu yüksek ahlakı hayata geçirmede irade gösteremez.

İnsanlarda görülen bu ahlak eksiklikliğine dair günlük hayatın içinden pek çok örnek vermek mümkündür. Örneğin her insan, zor durumda kalan muhtaç birine yardım edilmesi gerektiğini bilir ve bunu tüm ayrıntılarıyla vurgulayarak savunur. Hatta bu kimseler, bu ahlakı uygulamayan insanlar hakkında ciddi şekilde kınayıcı açıklamalar yaparlar. ‘Kendileri söz konusu olsa, mutlaka mazlumdan yana tavır koyacaklarını’ anlatırlar. Ancak aynı şartlar kendi başlarına geldiğinde, bu erdemli tavır konusunda irade ve kararlılık gösteremezler.

Sözgelimi trafikte kazayla bir yayaya çarptıklarında, ya da bir başkasının çarpıp kaçtığı yaralanmış bir kimseyi gördüklerinde, çok hızlı bir ‘nefis, menfaat ve vicdan muhasebesi’ yaparlar. Bu yaralı insana sahip çıkmanın kendilerine getireceği zarar ve tehlikeleri düşünür ve vicdanen üzerlerine düşen sorumluluktansa, kendi açılarından oluşacak riskleri daha önemli görürler. Ve hiç tereddüt etmeden bu kişiyi sokak ortasında bırakıp giderler.

Aynı şekilde dürüstlüğün öneminden bahsetmek söz konusu olduğunda, hemen her insan bu konuda da çok çarpıcı açıklamalarda bulunurlar. Ama hayatlarının pek çok aşamasında, bu konudan da kolaylıkla taviz verebilirler. Örneğin yakın bir dostlarını korumak söz konusu olduğunda, tanımadıkları bir kişinin ezilmesine hiç düşünmeden göz yumabilirler.

İnsanların çoğu zaman büyük bir kararlılıkla konuşup, sonrasında kararlılık gösteremedikleri konuların bir kısmı da genellikle kendileriyle ilgilidir. Kişiliklerindeki, ahlaklarındaki ve tavırlarındaki yanlışlıklar hakkında çok net konuşmalar yaparlar. Bunların yanlışlığını ne kadar iyi gördüklerini belirtir, kendilerini değiştirmeleri gerektiğini anlatırlar. Eksik yönlerinin yerine uygulayacakları güzel davranışları bütün detaylarıyla açıklarlar. İlk fırsatta, bambaşka bir insan olarak, en güzel ahlakı ve en mükemmel kişiliği göstereceklerini anlatırlar. Hatta yakınlarına bu konuda çok samimi ve yürekten sözler verirler. Ancak bu noktada da, çoğu insan anlattığı doğruları hayata geçirme konusunda kararlılık gösteremez.

Örneğin kumar ya da içki alışkanlığından dolayı hayatı perişan olan, büyük borçlar altına giren, sahip olduğu herşeyi kaybeden, çevresinde dostu yakını kalmayan bir insan, büyük bir pişmanlıkla bu bağımlılıklarını kesin olarak terk edeceğini anlatarak insanların affediciliğine sığınır. Ancak bu alışkanlıklarına geri dönebileceği imkanları ilk elde ettiği anda, verdiği bütün sözleri unutarak, koşarak eski hayatına döner.

Aynı şekilde söylediği yalanlar dolayısıyla başına tehlikeli işler açan bir insan, yaptığının yanlışlığını görerek, yalanın kötülüğü üzerine çok samimi konuşmalar yapar. Bir daha yalan söylememek için gerçekten de ciddi kararlar alır. Ancak nefsiyle ilk çatıştığı ve ilk zorlandığı anda tekrar hemen yalana sığınır.

Bunun gibi, çok sinirli olan bir insan da her ne kadar zorlayıcı bir ortamla karşılaşırsa karşılaşsın asla sinirlenmemeye gayret edeceğine söz verir. Ya da çok kibirli, ben merkezci ve kendinden başkasının sözüne uymayan, herkesin yalnızca kendisine saygı duymasını isteyen ters mizaçlı bir insan da, bu kötü huylarını kesin olarak terk edeceğini anlatır. Bunların kötülüğünü ve bunun yerine uygulanması gereken güzel ahlakın önemini dile getirir. Benzer şekilde tartışmacı bir insan da, karşısına ne tür bir durum veya ne tür insanlar çıkarsa çıksın, kimseyle iddialaşmayacağına, tartışmayacağına, alttan alıp hoşgöreceğine, yatıştırıcı bir ahlak sergileyeceğine söz verir. Ve tüm bu örneklerdeki insanlar, yanlış olan bu tavırlarından sıyrılıp güzel ahlak gösterme konusunda ne kadar şevkli olduklarını samimiyetle dile getirirler. Ancak ne var ki, yine uygulama anı geldiğinde, insanlar sanki bu samimi analizleri hiç yapmamışçasına kendi kişiliklerini tüm eksiklikleriyle tekrardan ortaya koyarlar.

İşte tüm bu örneklerde anlatılan insanların, uygulamada başarısız olmalarının önemli bir sebebi vardır: ‘Allah korkusunun eksikliği’...

Bir insanın, kötü olanı terk edip, bunun yerine iyi olan tavrı istikrarlı ve kararlı bir şekilde uygulamasını sağlayabilecek şey, yalnızca insanın ‘Allah'tan içi titreyerek saygıyla korkup sakınması’dır.

Aksi takdirde insanları kendi çıkarlarını tercih etmelerinden alıkoyabilecek, kendi nefislerinin istekleri doğrultusunda hareket etmelerini engelleyebilecek itici bir güç yoktur. Konuşmak her insan için çok kolaydır. Hatta çoğu zaman o kişiyi insanlar arasında yüceltecek bir fırsattır. Bu nedenle her insan ‘iyiliğin ne olduğu’ konusunda çok çarpıcı konuşmalar yapabilir. Ama mühim olan ‘sadece konuşan değil, aynı zamanda da uygulayan insan olabilmek’tir.

Allah Kuran'da ‘uygulamada kararlılık gösterebilme’nin daha hayırlı olduğunu şöyle bildirmiştir:

İtaat ve maruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet Allah'a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu. (Fussilet Suresi, 21)

Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah Katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saf Suresi, 2-3)

Allah her insana doğruyu ilham etmektedir. Ancak nefis ve şeytan, doğruyu uygulamaktan alıkoymak için insanı türlü bahanelerle kandırmaya çalışır. İnsanın iyiyle kötü arasında karar vermesini gerektiren kısa bir an vardır. İşte o anda, içinde bir yerlerde bir ses kendisine, “Şöyle yap” diye iyi olanın ne olduğunu mutlaka hatırlatır. Nefsi de diğer yandan ona, “Ama bu daha önemli” diyerek insanı kötü olana çağırır. İnsan o anda hızla bir karar verip bu seslerden birini seçer. İşte Allah'tan çok korkan insan, vicdanından gelen sesi duymazdan gelemez. Nefsi ne kadar zorlarsa zorlasın, o anda kendi menfaatlerini ezmekten dolayı canı ne kadar yanarsa yansın, mutlaka vicdanının gösterdiği doğruyu uygular.

Kuran'da müminlerin bu derin Allah korkuları ve bunun sonucunda ulaştıkları güzel ahlak şöyle haber verilmiştir:

Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

Sen ancak, zikre (Kur’an’a) uyan ve gayb ile Rahman olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele. (Yasin Suresi, 11)

Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.(Enfal Suresi, 2)

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

22 Ekim 2010 Cuma

İnsan yaşadığı bir olay karşısında hiçbir zaman için kendini, 'ne yapacağını bilmediğine' inandırmamalıdır.

Download MP3

İnsan yaşadığı bir olay karşısında hiçbir zaman için kendini, 'ne yapacağını bilmediğine' inandırmamalıdır. Allah, her insanı, her zaman 'ne yapması gerektiğini bilecek' şekilde yaratmıştır...

Çoğu insan hayatının olağan akışının biraz dışına çıktığında dahi, az da olsa bir duraksama ve bocalama yaşar. Alıştığı hayat şeklinden ve her zaman karşılaştığı olaylardan farklı, yeni bir şeyler tecrübe etmek, bu kişiler üzerinde pek çok açıdan önemli etkiler oluşturur. Bazı insanlar, bu tür olaylar karşısında durumu çok daha hızlı kavrar ve yeni oluşan şartlara hemen adapte olurlar. Akıllarını ve dikkatlerini iyi kullanarak, bu yenilikler karşısında şaşkınlığa kapılmadan ve hiç vakit kaybetmeden harekete geçerler. Durumu iyi analiz ederek, atılması gereken en doğru adımları atmaya ve olabilecek en doğru kararları almaya çalışırlar.

Ancak bazı insanlar da vardır ki, bu kişiler hayatlarında oluşan yeni gelişmeler ve farklılıklar karşısında çok daha tutuk ve donuk tavırlar gösterirler. Bir an önce oluşan duruma uyum sağlamak ve eğer varsa bu durumun olumsuz yönlerini bertaraf edip olumlu kısımlarını benimsemek yerine, uzun bir süre bocalayarak vakit kaybeder ve uyum sağlamakta güçlük çekerler. Bunun yerine geride kalanları kaybetmiş olmanın hüznünü ve huzursuzluğunu yaşarlar. Dikkatlerini yeni hayat şartlarına vererek, bunun içerisinde yeni güzellikler oluşturmak yerine, tüm enerjilerini, geçmişte kalan ve halihazırda artık var olmayan şartlarını ve imkanlarını düşünüp üzülmekle tüketirler.

Bu tür durumlarda insanların genel olarak içerisine düştükleri hatalardan biri de kendilerini, bu yeni oluşan şartlar karşısında ‘ne yapacaklarını bilmediklerine inandırmaları’ olur. Kendilerine sürekli olarak geçmişi, eski alışkanlıklarını ve yitirdikleri bazı nimetleri nasıl unutabileceklerini, yeni hayat şartlarına nasıl adapte olabileceklerini ve herşeye yeniden, en iyi şekilde nasıl başlayabileceklerini bilmediklerini telkin ederler. Çevrelerindeki insanlarla sohbetlerinde de bu yanlış inançlarını sürekli olarak dile getirirler. Ve tüm bunları düşünüp konuşmakla geçen süreç içerisinde aslında ne kadar büyük bir vakit kaybettiklerinin farkına varmazlar.

Elbette ki insanların sevdikleri, alıştıkları, rahat ettikleri imkan ve nimetler içerisinde yaşayabilmeleri çok güzeldir. Ancak Allah dünya hayatındaki imtihanın gereği olarak, insanların içerisinde bulundukları şartları sürekli olarak değiştirmekte; çok farklı şartlar yaratarak insanların gösterecekleri ahlakı denemektedir. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:


Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri Biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez;

(Yine bu) Allah'ın, iman edenleri arındırması ve inkar edenleri yok etmesi içindir.

Yoksa siz, Allah, içinizden cehd edenleri (mücadele edenleri) belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Al-i İmran Suresi, 140-142)


İşte Allah'ın ayetlerde bildirdiği bu sebeplerle insan kimi zaman dünyada çok geniş imkanlara sahip olmakta, kimi zaman da sınanması için bunlarda bir eksilmeyle karşı karşıya kalmaktadır.

Burada yapılması gereken, insanın en başta, ‘başına gelen herşeyi Yüce Rabbimiz'in yarattığını asla unutmamasıdır’. Bir insan iman etmişse, Allah'ı gönülden bir aşkla ve sevgiyle seviyorsa, Allah'ın onun için yarattığı şey, -her nasıl görünürse görünsün- mutlaka o kişinin lehinedir. Allah mutlaka o kişinin imanının, Allah'a olan yakınlığının daha da artması, daha iyi ve daha mutlu olması, daha çok nimete kavuşması ve sonsuz kurtuluşunu kazanması için bunları yaratmaktadır. İşte bu, hayatında eksiklikler oluşan bir insanın, hiçbir zaman için unutmaması gereken bir gerçektir.

Bu şuurla hareket eden bir insanın atması gereken ikinci adım ise, ‘geçmişi analiz edip, kaybettiklerine ya da oluşan değişikliklere üzülmenin Kuran ahlakına uygun olmayan bir ahlak olduğunu kavraması’dır. Üzülmek, Allah'ın Kuran'da haram kıldığı bir tavır bozukluğudur. Ayrıca üzülmek insana hiçbir şey kazandırmayan; aksine hem fiziksel hem de manevi açıdan yıpratan çok büyük akılsızlık ve önemli bir vakit kaybıdır. Dolayısıyla böyle bir durumda insanın geçmişi düşünmesi ancak Allah'ı anmak, şükretmek, tevbe etmek, tefekkür etmek, ibret almak gibi Kuran ahlakının gereklilikleri için söz konusu olabilir. Bunların dışında mümin için, geçmişle zaman tüketmek yerine, mevcut durumu değerlendirip hemen bunları hayra dönüştürmesi esastır.

Mümin, hayatında meydana gelen değişikliklere Kuran gözüyle bakar. Eğer birtakım eksiklikler oluşmuşsa, hemen bunları nasıl telafi edebileceğini düşünür. Telafisi mümkün olmayan bir durum söz konusuysa, o zaman bu şartlara nasıl uyum sağlayabileceğini tespit eder. Oluşan bu durumun hayırla yaratıldığını bilmesi, bu konuda çok samimi düşünebilmesini ve samimi kararlar alabilmesini sağlar. Örneğin bazen insanın hayatında sadece belirli nimetler eksilir. Kişinin maddi geliri azalır ve sevdiği, alıştığı yaşam koşulları değişir. Her zaman yediği yemeklerin kalitesi düşer; imkanları ancak çok daha mütevazi besinlere yeter. Ya da her zaman kullandığı lüks arabası artık olmadığı için, gideceği yere 2-3 vesayetle, çok daha uzun vakitte ve çok daha zor şartlar altında gitmek zorunda kalır. Ancak elbetteki tüm bunlar, insanın hayatının bir başka aşamasında kolaylıkla değişme ihtimali olan şartlardır. İnsan sebeplere sarılır, çok çalışır, iktisatlı davranır ve Allah dilerse o kişiyi tekrar eski imkanlarına kavuşturabilir.

Ancak bazen de insanın hayatında, dünya şartlarında telafisi mümkün olmayan bazı değişiklikler olur. Sözgelimi, tüm yüzü ya da bedeni bir yangında yanan bir kişi, bir anda sahip olduğu tüm güzellikten mahrum kalır. Ya da bir insan bir trafik kazasında bir kolunu ya da bacağını kaybedebilir. Bu tarz durumlarda pek çok insan, neredeyse hayatının geri kalan bölümünü bu olaya üzülmekle geçirir. Bir an önce içerisinde bulunduğu şartları kabul edip, bunlardaki hayırları, güzellikleri görerek, Allah'a şükrederek bunlardan yeni güzellikler oluşturmaktansa, aylarca, yıllarca yaşadıkları bu olayın şaşkınlığı içerisinde duraksarlar.

Bazen de bir insan, hayatının bir bölümünde hiç yapmaması gereken büyük bir hataya düşer. Hatasını fark ettikten sonra ise, neredeyse her anını bu hatanın pişmanlığını yaşayarak tüketir. Harekete geçmek, hatasını telafi etmenin yollarını aramak, bulduğu bu çözüm yollarını ısrarla denemek yerine, atıl bir şekilde hayatını kendine kızarak ve üzülerek geçirmeye başlar.

Oysa ki insanın içerisinde bulunduğu durum, bu örneklerin hangisi gibi olursa olsun, eğer bu şartlarla karşılaşan kişi bir müminse, onun için her zaman bir çıkış yolu vardır. Müslüman için çözüm yolu sonuna kadar açıktır. İnsanın, her ne şartlar altında olursa olsun, ‘ne yapacağını bilmediğine’ kendini inandırması da bir kaçış yolu değildir. Çünkü bu mümkün değildir. Allah her insan için, her şartta her zaman bir kurtuluş yolu yaratmıştır.

Kuran'da insanlara bu konuyu hatırlatan çok fazla ayet vardır. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Gerçek şu ki kulluk eden bir topluluk için bunda (Kur'an'da) 'açık bir mesaj' (veya gerçek bir çıkış yolu) vardır. (Enbiya Suresi, 106)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir;

Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.

Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 5-6)


Önemli olan insanın, her zaman herkes için mutlaka ‘kesin bir çıkış yolu olduğuna’ inanması ve Allah'a güvenerek harekete geçmesidir. Allah her insanı,‘her zaman ne yapması gerektiğini bilecek şekilde’ yaratmıştır. Elbetteki insanın tecrübe ya da bilgi eksiklikleri olabilir. Ya da kendisinden daha iyi bilenlere danışması, fikir alması, yol ve yöntem öğrenmesi gerekebilir. Ancak Allah her insanın içinde, ona her zaman doğruyu söylemekle ve ona her zaman yol göstermekle görevli olan ‘vicdanı’ yaratmıştır. Dolayısıyla insan, hayatındaki değişiklikler karşısında bocalamak, duraklamak ya da alışmaya çalışarak vakit kaybetmek zorunda değildir. Bunlar, her insanın mutlaka yaşaması gereken bir sürecin parçaları da değildir. Bu tavırlar, insanların Allah'a sığınmamaları, Kuran ahlakını yaşamamaları dolayısıyla içerisine düştükleri sıkıntılardır. Yoksa insan, fiziksel açıdan da manevi açıdan da, dünyanın en büyük kayıplarına uğramış da olsa; Allah'a güvenip, hayır gözüyle bakıp şükrederek, içerisinde bulunduğu şartlarda olabilecek en güzel ahlakı gösterebilme imkanına sahiptir. Ve ne yapması gerektiğini daha ilk anda bilebilecek bir şuura sahiptir. Vicdanını ve aklını kullandığı takdirde Allah ona herşeyin en güzelini ve en doğrusunu ilham edecek; ona izlemesi gereken yolları gösterecek ve onu mutlaka başarılı kılacaktır. Vicdanına uyan insan da Allah'ın izniyle, en zor koşullar altında dahi elindeki nimetlerle sevinmeyi ve bunları yeni yeni hayırlara dönüştürmeyi bilecektir.


Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir.

Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile. (Kıyamet Suresi, 14-15)

Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. (Şems Suresi, 8-9)

21 Ekim 2010 Perşembe

Her insanın kalbinde, Allah'a karşı yaşadığı çok özel ve derin bir samimiyet, yakınlık ve candanlık şekli olmalıdır.

Her insanın kalbinde, Allah'a karşı yaşadığı çok özel ve derin bir samimiyet, yakınlık ve candanlık şekli olmalıdır. Bir kimsenin böyle anlarda bile soğuk ve mesafeli bir üslup içerisinde olması ise, ciddiyetle düşünülmesi gereken çok önemli bir eksikliktir...

Bir Müslümanın kişiliğini, iyi özelliklerini, güzel tavırlarını ya da fiili ibadetlerini yerine getirirken gösterdiği ahlakı dışarıdan görebilmek mümkündür. Ancak imanın en önemli göstergelerinden biri olan, kalbindeki Allah ile olan yakınlığını, dışarıdan bakan insanların bilebilmesi mümkün değildir. Kalpte Allah’a karşı yaşanan dostluk, yakınlık ve sevgi ise, herkesten ve herşeyden çok Allah'ı seven bir mümin için, dünyadaki en büyük nimetlerden biridir.

İnsanın dıştan görünen özellikleri ya da tavırları kimi zaman aldatıcı olabilir. Ancak Allah'a karşı kalpte yaşanan samimiyet ve yakınık, o kişinin gerçek halini yansıtır. Ve müminin kendisi de buna şahittir. Kimsenin görmediği, duymadığı ve bilmediği anlarda, kalbinde Allah'a duyduğu güveni, yaşadığı teslimiyeti, hiçbir şüpheye kapılmadan Allah'a karşı gösterdiği sadakati kendisi bilmektedir.

Eğer insan, ruhunda böyle bir derinliği yakalayabilmişse, tavırlarında pek çok eksiklik de olsa, bunları telafi edebilmesi ve mükemmelleştirebilmesi -Allah'ın izniyle- son derece kolaydır. Ancak bunun tam tersine, eğer bu kişinin tavırları dışarıdan bakıldığında eksiksiz gibi görünse; ama kalbinde Allah'a karşı soğuk ve mesafeli bir ruh hali yaşıyor olsa (Allah'ı tenzih ederiz), işte bu, diğerinden çok daha tehlikeli bir durumdur. Çünkü bu kişinin elle tutulur hiçbir hatası, kusuru olmasa bile, ruhunda çok büyük bir boşluk ve eksiklik yaşamaktadır. Daha da önemlisi, aksini hiç yaşamadığı, yani Allah ile yakınlığın gerçek manevi lezzetini hiç tatmadığı için, belki de nasıl büyük bir eksiklik ile yaşadığının farkında bile değildir.

Oysa ki insanın Allah'a karşı samimiyetinde bir eksiklik olması; Allah'a karşı soğuk, uzak ve mesafeli bir ruh halinde yaşaması (Allah'ı tenzih ederiz), aslında bu insanın, dünyadaki herşeye karşı böyle bir bakış açısıyla baktığının çok açık bir göstergesidir. Çünkü eğer bir insan, her türlü güzelliğin, iyiliğin, mükemmelliğin, kusursuzluğun gerçek ve sonsuz sahibi olan Yüce Rabbimiz'e karşı yeteri kadar sevgi duyamıyor; yeterli yakınlığı, candanlığı, samimiyeti hissedemiyorsa; bu insanın, insanlara karşı gerçek sevgiyi, yakınlığı ya da samimiyeti yaşayabilmesi hiç söz konusu değildir. İnsan önce Allah sevgisini kavradığı, Allah'ın sonsuz mükemmellikteki isimlerindeki güzellikleri takdir edebildiği durumda, çevresindeki güzellikleri de takdir edebilir.

Allah Kuran'da ‘çok çalıştıkları halde, yaptıkları boşa giden kimseler’in durumunu anlatarak, insanları böyle bir tehlikenin varlığına karşı uyarmıştır:

"O gün, öyle yüzler vardır ki, 'zillet içinde aşağılanmıştır.' Çalışmış, boşuna yorulmuştur."(Gaşiye Suresi, 2-3)

"İman edenler: "Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah'a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır." derler."(Maide Suresi, 53)

"İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah'ı gazablandıran şeye uydular ve O'nu razı edecek şeyleri çirkin karşıladılar; bundan dolayı (Allah,) amellerini boşa çıkardı."(Muhammed Suresi, 28)

Dolayısıyla bir insan Allah'ın emrettiği birçok ibadetini yerine getiriyor olabilir. Fiili olarak elinden gelen her türlü çabayı gösteriyor, gün boyu bir çok konuda ciddi emek sarf edip, tüm gücünü ortaya koyuyor olabilir. Ancak maneviyattaki bu büyük eksikliği, ayetlerde bildirildiği gibi, hem dünyada hem de ahirette hiç ummadığı bir durumla karşılaşmasına neden olabilecek çok büyük bir tehlikedir.

Bir insanın, iç dünyasında yalnız kaldığı, dua etmek için Allah'a yöneldiği, Allah'a yalvarıp yakardığı, tevbe ve bağışlanma dilediği, Allah'tan nimet istediği, kimsenin bilmediği en özel sırlarını, en gizli hislerini, isteklerini, sıkıntılarını, beklentilerini Allah'a bildirdiği anlar vardır. Eğer bir insan, samimiyetin ancak en yüksek şekliyle yaşanabileceği, böylesine anlarda bile içindeki soğukluğu, mesafeyi, yüzeyselliği, yapmacıklığı ve sıradanlığı muhafaza edebiliyorsa, işte bu dikkatle düşünmeyi gerektirmektedir.

Zira insanlar, gün boyunca çevrelerindeki insanlara karşı belirli bir poz, yapmacık bir kişilik, kibir ya da mesafe içerisinde olabilirler. Böyle bir ahlakın, insanlara karşı da yaşanması elbetteki yanlıştır. Ancak böyle bir insanın bile, kendisini kimsenin görmeyeceği, duymayacağı dua anında, tüm bu pozlarından, sergilediği yapmacık kişiliğinden, soğuk üsluplarından, samimiyetsiz anlatımlarından, kibirli dünyasından kopup, samimiyeti yaşayabilmesi gerekir.

Elbetteki iman etmeyen insanların böylesine soğuk bir dünyada yaşamaları son derece normaldir. Allah'ı sevemeyen, Allah'ın üstün vasıflarını takdir edemeyen, enaniyet, gurur ve kibirinden dolayı Allah'a yalvarıp yakarmaya yönelemeyen insanlar (Allah'ı tenzih ederiz), elbetteki Allah ile içte bir yakınlık yaşamazlar. Dua edecek olsalar da, bunu yalnızca çıkar elde edebilme umuduyla ve samimiyetsiz bir ruh haliyle yaparlar.

Ancak iman eden, Allah'ın, ahiretin varlığına kesin olarak inanan, hayatını Allah için yaşayan, maddi manevi herşeyiyle kendisini Allah'a adayan bir mümin için, Allah'a karşı yakınlıkta bir eksiklik olması normal değildir. Bu nedenle her insanın, kendisini bu bakış açısıyla bir kez daha gözden geçirmesi ve bu yönde bir eksikliği varsa bunu hemen telafi etmeye yönelmesi son derece önemlidir. Mümin, Allah'a karşı olan sevgisinde, çoşkusunda, candanlığında, yakınlığında, samimiyetinde sınır tanımamalıdır. Dünya da, içindeki meta da kesin olarak yok olucudur. Dolayısıyla mümin, Allah'tan başka Baki olan hiçbir şey olmadığını bilerek, tüm sevgisini, samimiyetini Rabbimiz'e yöneltmelidir. İnsanın dünya hayatında iyilikten yana yaptığı her şey, ancak kalbindeki bu samimi Allah aşkı, iman coşkusu ve Rabbimiz'i en yakın dostu edinmiş olmasıyla değer kazanacaktır.

Allah Kuran'da bu önemli gerçeği insanlara şöyle bildirmiştir:

... Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, Ben'den korkup-sakının.(Bakara Suresi, 197)

Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver. (Hac Suresi, 37)

Rableri Katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı (hoşnut, memnun) kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden 'içi titreyerek korku duyan kimse' içindir.(Beyyine Suresi, 8)

18 Ekim 2010 Pazartesi

Sathi ve yüzeysel düşünerek yaşayan insanlar, varlığından dahi haberdar olmadıkları büyük nimetlerden ve zevklerden mahrum kaldıklarını biliyorlar mı?

Sathi ve yüzeysel düşünerek yaşayan insanlar, varlığından dahi haberdar olmadıkları çok büyük nimetlerden ve zevklerden mahrum kaldıklarını biliyorlar mı?...

Allah insana çok muhteşem bir düşünce gücü ve kavrama yeteneği vermiştir. Ancak ne var ki, çoğu insan bu hayati özelliklerini gereği gibi kullanmaz. Aklını, yalnızca hayatını sürdürmesine yetecek kadar kullanmış olmak ve işlerini halledebilecek düzeyde yüzeysel düşünmek bu tür insanlara yeter. Bu hayat şeklinin kendilerine kaybettirdiklerinin ve mahrum kaldıkları güzelliklerin ise farkında değildirler.

Oysa Allah birçok güzelliği derin düşünmenin içine gizlemiştir. Aklını çok iyi kullanan ve çok derin düşünen insanların dünya hayatından aldıkları lezzetler, bu vesileyle elde ettikleri nimetler ve yaşadıkları konfor, düşünmekle kendilerini yormadan, sathi bir akılla yaşayan insanların hayat kalitelerinden çok farklıdır.

Düşünmemek, ilk başta bazı insanlara adeta bir rahatlık ve mevcut bir zorluktan bir kurtuluş gibi gelir. Bu gibi insanlar ne kadar az düşünürlerse, o kadar az yorulacaklarına; kafalarının o derece daha fazla dinleneceğine ve çok daha rahat bir hayat yaşayacaklarına inanırlar.

Halbuki düşünmek, akıl kullanmak ya da kafayı çalıştırmak insanı yormaz; tam aksine insanı açar. Tüm bunlar değil yorgunluk vermek, tam tersine insana enerji veren, hareketlendiren, daha aktif ve canlı hale gelmesini sağlayan nimetlerdir.

Ama bu kimseler bu önemli gerçekten habersizdirler. Genellikle bir sıkıntı ya da zorlukla karşılaştıklarında dahi, başkalarının kendi adlarına düşünüp tedbir almalarını ve sorunlarını onların çözmelerini isterler. Ya da önceden tecrübe edip ezberledikleri çözümleri uygulayarak yine düşünmekten kaçmaya çalışırlar.

Kendilerince, düşünmekle kaybedecekleri vakti, dünya hayatının nimetlerini kullanarak geçirmelerinin çok daha akıllıca bir hareket olduğuna inanırlar. Halbuki dünya hayatının nimetlerinden en mükemmel şekilde istifade edebilmek ancak ‘düşünmekle’ mümkün olur.

Allah dünya hayatındaki her türlü güzelliği insanların kullanımına vermiştir. Ancak kimin hangi nimetten ne kadar zevk alacağını, Allah insanların imanları doğrultusunda ‘akletmelerine’ ve ‘düşünmelerine’ bağlı kılmıştır. Ve bu önemli gerçek, dünyadaki tüm maddi ve manevi nimetler için geçerlidir.

Tüm detaylarıyla tam olarak birbirinin aynısı olan nimetlere sahip iki insanın, bu nimetlerden aldıkları zevkler tümüyle farklıdır. Örneğin bir kişi arabasını, yalnızca kendisini bir yerden diğer bir yere götürmeye yarayan, çevresindeki insanlara gösteriş yapmasını sağlayan ya da yatırım yapmak için para verilen bir araç olarak görür. Aynı şartlar altındaki bir başka insan ise, arabanın kendisine sağladığı her konforu ayrı ayrı düşünerek bunların her birinin varlığından dolayı Allah'a şükreder. Allah bu gibi imkanları yaratmamış olsaydı, çekeceği sıkıntıları ve meydana gelecek gecikmeleri düşünerek Allah'ın bu lütfunun sevincini yaşar.

Bunun gibi bir başka kişi de evinin birbirinden güzel çiçeklerle süslenmiş bahçesini, sadece zengin olmanın getirdiği bir konfor ya da gürültüden uzakta oturup dinlenebileceği sakin bir yer olarak değerlendirir. Aynı bahçeye sahip diğer bir kişi ise, bu bahçenin her santimetrekaresine bakmaktan, her bir çiçeğin kokusunu koklamaktan, yeni tomurcuklanan her bir çiçeği ayrı ayrı izlemekten, her geçen gün serpilip büyümelerini görmekten çok derin zevkler alır. Her birinin; hatta her bir yaprağın, her bir dalın dahi varlığı onun için büyük birer heyecan vesilesidir. Bu çiçeklere, ağaçlara ya da onların üzerlerinde hayatlarını sürdüren canlılara baktıkça, Allah'ın sonsuz kudretini, ilmini ve hakimiyetini çok daha iyi kavrayarak, saygıyla Allah'a boyun eğer. Bu nimetlerin her bir detayını kendisine lütfedenin Rabbimiz olduğunu bilmenin sevinci ve heyecanı tüm ruhunu sarar. Allah'ın güzelliğinin bu muhteşem tecellilerini görüp, Allah'ın sonsuz ve kusursuz güzelliğinin ne kadar olağanüstü ve benzersiz olduğunu düşünmenin verdiği huşu dolu hayranlık bütün benliğini kaplar.

İşte aklını kullanarak ve düşünerek tüm bu detayları görebilen bir insanın, böyle bir bahçenin varlığıyla karşılaştığında ruhunda oluşan etki de, kavrayışı oranında detaylı ve derindir. Bahçesini sadece sessiz sakin bir oturma yeri olarak gören ve bu konu hakkında bunun ötesinde kafa yormayan bir kimsenin ise, bir insanın bir bahçeden böylesine bir zevk alabileceğinden dahi haberi yoktur. Onun bu nimetten aldığı tat, son derece sathi, kof ve yüzeyseldir.

Aynı durum dünyadaki her nimet için geçerlidir. Güzel bir insandan, güzel bir manzaradan, benzersiz işlemelerle süslenmiş bir sanat eserinden, güzel bir müzikten, etkileyici bir tasarımdan, sevimli bir hayvandan, yiyeceklerdeki benzersiz tatlardan, göze hitap eden ihtişamlı bir sofradan alınan zevkler, hep bu şekilde insanların ‘düşünme gücü’yle doğru orantılıdır.

Manevi nimetlerde de yine insanlar birbirlerinden çok daha farklı lezzetler alırlar. Sevgiden, saygıdan, vefa ve sadakat duygularından, şefkatten, merhametten, dostluktan, sırdaşlıktan; insanın sevdiği için sabretmesinden, sevdiğinin fedakarlığından, düşkünlüğünden, hoşgörüsünden, tevazusundan, affediciliğinden, dürüstlüğünden, kalenderliğinden, karşı tarafı onore etmesinden, desteklemesinden, güvenmesinden duyulan çok derin hisler vardır. Ancak sathi insanlar bu duyguları yalnızca bir alışkanlıkla değerlendirir ve bunların ruhta oluşturduğu derin heyecanın var olduğunu bile farketmezler. Hatta böyle sabırlı, tahammüllü, merhametli, fedakar bir insanla karşılaştıklarında, bu kişinin varlığını, daha bencilce davranabilmek için bir fırsat olarak görürler. Ve sadece, bu kişiyi menfaatleri doğrultusunda en iyi şekilde kullanmaya çalışırlar.

Oysa ki akıllarını kullanan, düşünerek bir insanın sahip olduğu bu özelliklerdeki derinliği, güzelliği ve değeri kavrayabilen insanlar, dostlarında gördükleri bu vasıfların her birini Allah'ın çok büyük bir lütfu olarak görürler. Ve bu özelliklerle her karşılaştıklarında, bu nimetlerin sevinç ve heyecanını yaşarlar.

Eğer burada anlatılan tüm bu gerçeklerden habersiz bir insan bu yazıyı okuyorsa, o zaman bu aşamada mutlaka kendi kendine şu soruları sormalıdır: “Acaba ben dünyadaki her nimetten olabilecek en fazla zevki alıyor muyum? Yoksa benim haberimin olmadığı lezzet boyutları, hiç yaşamadığım derin duygular, derin zevkler var mıdır? Üzerinden geçip gittiğim ve hayatımda olduğu halde hiç farkına varmadığım güzellikler var mı? Beni adeta bambaşka bir dünyada yaşatabilecek farklı bir bakış açısıyla düşünerek yaşarsam ne kaybederim ya da ne kazanırım? Ya da yüzeysel düşünerek, kendimi yormadan, herşeye sathi bir bakış açısıyla bakarak yaşamak bana şu ana kadar ne kazandırdı? Sahip olduğum nimetlerden hiç tatmadığım zevkler alabileceksem, neden bu bakış açısını kazanmak için çaba harcamayayım?”

İnsanın maddi ya da manevi her türlü nimetten maksimum lezzetleri alabilmesi ancak ‘iman’ ile mümkündür. İman eden kimse, ‘düşünen insan’ demektir. Her an, her yerde, karşılaştığı her konuyu, düşünerek; vicdanını ve aklını kullanarak değerlendirir. Ve her güzelliğin, her nimetin hakkını verebilmek için emek harcar. Allah da iman eden kişinin bu samimi gayretine karşılık, ona hayatının her aşamasından derin hazlar yaşatır. Sevmek, sevilmek, dost olmak, sırdaş olmak, saygı duymak, karşılıklı güven duymak, Allah'ın insanlar için yarattığı güzelliklerden, dünya hayatının küçük büyük her nimetinden istifade etmek, bu gibi insanlar için adeta sonuna ulaşılamayan bir hazine gibi, çok derin tatlarla doludur. İman edenler için Allah'ın ruhta yarattığı bu heyecan ve duygularda yaşanan derinlik, diğer insanların nimetlerden aldıkları teknik zevklerle kıyas dahi edilemeyecek kadar benzersizdir.

Allah’ın Kuran'da ‘dünya hayatına razı olan ve bununla tatmin bulan’ kimseler olarak tanımladığı insanlar ise, imanda gizlenen tüm bu güzelliklerden yüz çevirip, imansızlığın getirdiği soğuk dünyaya, ruhsuz hayata, yüzeysel, kof ve sathi bakış açısıyla yaşamaya razı olmuşlardır.

Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve Bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; (Yunus Suresi, 7)

Oysa Allah bu nimetin kapısını isteyen her insan için sonuna kadar açık bırakmıştır. Dileyen için, Allah'ın sonsuz rahmetini isteyerek, aklını, vicdanını en iyi şekilde kullanan herkes için dünyada benzersiz nimetler vardır. Ahirette ise Allah, bu kullarına, dünyadaki bu lezzetlerle de kıyas olmayacak şekilde sonsuz güzellikler yaşatacaktır. Cennet nimetlerinden alınacak olan hazlar, duyulacak heyecan ve mutluluk, insan aklının kavrayışının çok ötesinde olacaktır.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Nefislerini eğitmek isteyenler, nefse asla acımamak, destekçi çıkmamak ve yandaş olmamak gerektiğini unutmamalıdırlar...

Nefislerini eğitmek isteyenler, nefse asla acımamak, destekçi çıkmamak ve yandaş olmamak gerektiğini unutmamalıdırlar...

Nefsin, insanı alt edebilecek, kendine ait bir gücü yoktur. Nefisteki kötülükleri etkisiz hale getirebilmek, inanan ve gerçekten isteyen bir insan için çok kolaydır. Ancak bunun için insanın nefsine kesin olarak hiç acımaması, ondan yana tavır almaması, onu sahiplenmekten ve korumaktan vazgeçmesi gerekir. Nefsini adeta düşmanı gibi karşısına alması, onunla akılcı ve ilmi bir zeminde, kesintisiz bir iradeyle mücadele etmeyi göze alması gerekir.

Böyle bir kararlılık söz konusu olduğunda, Allah'ın izniyle, nefsin bu ahlaktaki bir insana karşı koyabilme gücü kalmaz. Nefis adeta o insanın kölesi haline gelir. O ne derse nefis ancak o kadarını yapabilir. Bunun dışında herhangi bir konuda insana diretmesi, onu kötü olan bir şeye çekebilmesi, yanlış bir tavır göstermeye ikna edebilmesi mümkün olmaz.

Ancak elbetteki insanın nefsine karşı göstereceği bu kararlılığın ‘aralıksız olarak ömür boyu’ olması gerekmektedir. Yoksa sadece birkaç saat, bir iki gün, birkaç ay, ya da belirli seneler boyunca nefse karşı koymak, sonra “Nasıl olsa bu konu halloldu” diyerek, dikkati bu konudan çekmek olmaz. Ya da insanın, “Ben nasıl olsa nefsimi çok iyi terbiye ettim, birkaç saat ya da birkaç gün kendi haline bırakayım ve dinleneyim” gibi yanlış bir mantıkla hareket etmesi de olmaz. İnsan nefsini ne kadar iyi terbiye ederse etsin, nefis ilk fırsat bulduğu anda insana yeniden saldırma ve onu kötülüğe çekme eğilimindedir. Allah nefsin bu özelliğini Kuran'da şöyle bildirmiştir:

"(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir."(Yusuf Suresi, 53)

Bu nedenle insan sabah kalktığı ve şuurunun açıldığı ilk andan itibaren, tekrar bilinçsiz hale geleceği uyku anına kadar, nefsine karşı tetikte olmak durumundadır. Nefis tek bir saniye imkan bulduğu anda bile, eğer boş bulunacak olursa, kişiye hiç istemediği bir söz söyletebilir ya da aksini elde etmek için çok emek verdiği halde, bir anda onu yanlış bir tavra sürükleyebilir.

Ve nefs insana kendisini çok masum, mazlum ve samimi de gösterebilir. İnsan aklını kullanmayacak olursa, içindeki bu sese kulak verdiğinde, kolaylıkla nefsine acıyıp, onu haklı bulup, onun safına geçecek bir hataya düşebilir. Allah rızası için ona doğru yolu gösteren, nefsini eleştiren kimselere karşı nefsinin avukatlığını üstlenip, her ne olursa olsun onu savunup haklı çıkarma gayreti içerisine girebilir.

İşte bu, insan için büyük bir tehlikedir. Ve bu nedenledir ki Allah insanı Kuran ayetiyle bu tehlikeye karşı uyarmış; nefsin gerçek yapısını kullarına bildirmiştir. Dolayısıyla insan eğer nefsini haklı bulacak bir tavır içerisine girmişse, bu tehlikeyi görerek hiç vakit kaybetmeden hemen Allah'a sığınmalıdır. Nefsin telkinleri o an için kendisine ne kadar inandırıcı görünürse görünsün, nefsin kendisini sinsice kötülüğe çekmeye çalıştığını unutmamalıdır. Kuran'ın bu konuda kendisine nasıl bir yol gösterdiğine bakmalı ve hemen o yola uymalıdır.

Eğer insan nefsine karşı bu şekilde Allah'tan yana bir tavır koyarsa, Allah nefsinin ona verdiği olumsuz telkinleri bir anda giderir ve o kişinin aklını tam olarak temizler. Nefsin ise böyle bir insana karşı koyacak gücü kalmaz. Artık o kişi, imanıyla, vicdanıyla ve ahlakıyla, nefsini kendisi istediği gibi yönetir.


Abdülkadir Geylani’den nefsi eğitmek için tefekkürler


“Genç kardeşim, önce kendi nefsinle ilgilen, ona öğüt ver, sonra başkasına... Kendi nefsin pürüzleriyle meşgul olmaya bak, onu bırakıp da başkasına geçme!

Dikkat et ki ömründen ıslah edilmeye muhtaç birkaç günün kalmıştır; evet, sadece birkaç gün... Kendini bilemiyor, iç alemini anlayamıyor isen, başkasını kurtaramayacağını bilmelisin... Bu halinle kendini bırakıp başkasına nasıl rehberlik yapabilirsin? Çünkü insanlara ancak kalp gözü (basiret) açık olanlar (hakkı hak olarak bilip ona uyan bahtiyarlar) rehberlik edip yol gösterebilir; ve onları günah ve gaflet denizinden, ancak iyi yüzmesini becerenler kurtarabilir. Diğer bir tabirle, insanları Allah’a ancak Allah’ı bilen kimseler çevirebilir. Allah’ı bilmeyen bedbahtlar bu ulvi işe nasıl delalet edebilir?”

(Abdülkadir Geylani, Gönül İncileri İkazlar, Çeviren: Celal Yıldırım, Bahar Yayınları, s. 7, Birinci Vaaz)

...

“Ey Hak yolcusu! Hesaba arzolunmayı nefsine bırakmak suretiyle geciktirme, ahiret gelmeden önce şu dünyada nefis muhasebesi yapmakta acele et...

Genç kardeşim! İmanın zayıflamaya yüz tuttuğu an, nefsinle ve onun bataklık ve pürüzleriyle ciddi bir şekilde meşgul ol!. Ve bu yolda yürürken seni artık çoluk-çocuğun, komşun, akraban, şehirlin ve iklimin meşgul etmesin... Çünkü iç alemin sarsıntı geçiriyor; nefis ile şehvet, iman ve irfana galip gelmiş durumdadır. Önce bunu düzeltmen lazımdır...”

(Abdülkadir Geylani, Gönül İncileri İkazlar, Çeviren: Celal Yıldırım, Bahar Yayınları, s. 9, Birinci Vaaz)

...


“Ey Hakk’ın kapısında hizmetçi olan! Nefsi de, onun gayr-i meşru arzularını da terket... Veliler cemaatinin ayaklarının bastığı toprak ol. Cenab-ı Allah diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkarır. Hazret-i İbrahim (A.S.)’ı, küfür üzere bulunan babasından meydana getirmiştir. Mümin diridir, kafir ölüdür. Allah’ı bir bilen (muvahhid) diridir, Allah’a eş-ortak koşan (müşrik) ölüdür.”

(Abdülkadir Geylani, Gönül İncileri İkazlar, Çeviren: Celal Yıldırım, Bahar Yayınları, s. 27, Beşinci Vaaz)

15 Ekim 2010 Cuma

Müminin en önemli özelliklerinden biri 'affedebilmesi'dir. 'Affedemeyen' kimseler ise, kalplerindeki öfkenin karanlığına sıkışıp kalan insanlardır.

Download MP3

Müminin en önemli özelliklerinden biri 'affedebilmesi'dir... 'Affedemeyen' kimseler ise, kalplerindeki öfkenin karanlığına sıkışıp kalan insanlardır...

Allah dünya hayatında insanlar için, çok büyük haz duyacakları çok güzel nimetler yaratmıştır. Ancak insanların büyük çoğunluğu kötü huyları ve gösterdikleri kötü tavırlar nedeniyle bu nimetlerden uzak kalırlar. İşte insanlardaki, bu tahrip edici kötü huylardan biri de ‘affedememek’tir. Birçok insan sırf affedebilme olgunluğunu gösteremediği için kendi elleriyle kendini dünya hayatının pek çok güzelliğinden ve nimetinden mahrum bırakır.

İnsanların birbirlerini affedebilmelerine engel olan duygular arasında en etkili olanı kuşkusuz ki ‘kin ve öfke’dir. Özellikle de eğer kişinin bu öfkesinde kendince bir haklılık payı varsa, bu durumda o kimsenin öfkesini yenip karşısındaki kişiyi bağışlayabilmesi çok daha zorlaşır. Bu haklılık ise çoğu zaman, karşı tarafın gerçekten büyük bir hata yapmış olmasından kaynaklanır. “Bana böyle bir şeyi nasıl yapar?”, “Nasıl bu kadar düşüncesiz, bencil, akılsız olabilir?” gibi, karşı tarafın gerçekten bozuk tavırlarına dayanan haklı çıkarımlar, bu kimselerin öfkelerine daha da saplanıp kalmalarına neden olur.

Oysa ki burada gözardı edilen çok önemli bir konu vardır: Elbetteki insan, kusurlu bir varlıktır. Hayatının sonuna kadar hiç hata yapmadan yaşaması mümkün değildir. Allah, pek çok hikmet doğrultusunda insanı hata yapacak şekilde yaratmıştır. Bu nedenle bir insanın, karşısındaki kişiden, bir ömür boyu hiç hata yapmadan irade göstermesini beklemesi çok yanlış bir yaklaşımdır. Dünyanın en mükemmel, en güzel ahlaklı insanı dahi, temelde bir ‘insan’dır. Ve Allah'ın yaratışı gereği mutlaka unutacak, yanılacak, hataya düşecektir.

Ancak bir insan eğer gerçekten iyi niyetli, samimi ve dürüst ise, bu hatasını düzeltip telafi etmek için elinden gelen her şeyi yapar. Dolayısıyla bir insanı değerlendirirken ölçü bu kişinin hiç hata yapmamasını beklemek ve hata yaptığında onu bir anda hayattan silip atmak değildir. Aksine hata yapabileceğini unutmamak, fakat hata yaptığında da, bunu ne kadar samimiyetle telafi etmeye çalıştığına bakmaktır. Eğer bu konumdaki kişi, işlediği kusuru örtebilmek, bu hatasıyla oluşturduğu tahribatı temizlemek ve karşı tarafa yönelik çok daha iyi şartlar oluşturabilmek için var gücüyle çabalayıp, elinden gelen herşeyi yapıyorsa, bu durumda onu da hiç vakit kaybetmeden hemen affetmek de, güzel ahlakın gereğidir.

Toplumda, içlerinden bir türlü atamadıkları kin ve öfke duyguları yüzünden birbirlerini affedemeyen, sırf bu yüzden en sevdikleri, en yakın olmak istedikleri insanlardan dahi ayrı kalan pek çok insan vardır. Ve sırf affedemedikleri için sevmekten, sevilmekten, birbirleriyle kuracakları güven dolu dostluklardan, yakınlıktan, sırdaşlıktan, sadakatten, vefadan, saygıdan tamamen mahrum kalmış bir hayat yaşamaktadırlar.

Nefis, ‘gurur’ adı altında insanları, birbirlerini affetmekten, alttan almaktan, hoşgörülü ve toleranslı davranmaktan, birbirlerine güvenle yaklaşmaktan, hüsn-ü zan etmekten, güzel gözle bakmaktan, sevgiyle ,merhametle yaklaşmaktan alıkoymaktadır. İnsanlara gururu –sözde- kutsal (Allah'ı tenzih ederiz) ve saygı duyulacak bir vasıf gibi göstererek, onları gururlarından asla taviz vermemeye teşvik etmektedir. Affeden insanın küçüleceğine, akılsız konumuna düşeceğine, yenilgiye uğrayacağına inandırmaktadır. İnsanlar da nefislerinin bu seslerine kulak vererek, gururlarının da desteğiyle içlerindeki kin ve öfke duygularını daha da güçlü ve katı hale getirmektedirler.

Oysa affetmek, kin gütmekten çok daha kolay, çok daha rahatlatıcı, çok daha bereketli ve güzel bir duygudur. İnsan %’de 100 haklı olduğu bir durumda dahi affetme olgunluğunu gösterebildinde, içinde çok derin bir ferahlık, neşe, sevinç ve mutmainlik yaşar. Ona kalbindeki bu güzellikleri yaşatan ise yalnızca Allah'tır. Allah, beğendiği ahlakı gösteren, nefsinin zorlamalarına rağmen iyilikten yana tavır koyan kullarına Kendi Katından bu lütfunu tattırmaktadır. Affetmeyen insan her gün, her saniye, içindeki kin ve öfkenin acısını, ızdırabını, sıkıntısını yaşarken; “Acaba affetse miydim?” diye düşünmenin verdiği manevi azap ve pişmanlık içerisinde kavrulurken; bağışlayabilen insanlar, gösterdikleri bu ahlak ile birlikte sevginin, saygının, dostluğun aydınlığına kavuşurlar.

Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar,affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur Suresi, 22)

Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever. (Maide Suresi, 13)

14 Ekim 2010 Perşembe

'Gerçekten ve çok istemek' ile '-olursa iyi olur- tarzında istemek' farklıdır.

Download MP3

'Gerçekten ve çok istemek' ile '-olursa iyi olur- tarzında istemek' farklıdır. İnsan gerçekten isterse, -Allah'ın izniyle- tüm zorlukların üstesinden gelir...

İnsan bir şeyi gerçekten tüm samimiyetiyle isterse, o konuda mutlaka bir çıkış yolu bulur. Ama eğer tam olarak istemezse, bu çıkış yolu gözlerinin önünde olsa dahi bunu ya göremez ya da görmezden gelir. İşte bunun bir sebebi, bu kişinin aslında içten içe tüm samimiyetiyle bu çözüm yolunu aramıyor olmasıdır...

Bu, insanın kendini kandırma yöntemlerinden biridir. İnsan bazen kendini, sözde ‘elinden gelen herşeyi yaptığı, her yolu denediğine, ama bir türlü istediği sonuca ulaşamadığına’ inandırır. Oysa ki için için, bu inancının doğru olmadığını bilmektedir. Aslında elinden gelenin tamamını yapmamaktadır. Gerçekten sonuç almak istiyor olsa, tam olarak ne yapması gerektiğini çok iyi bilip uygulayacak imkana sahiptir. Ancak ne varki, daha derinlerde onu caydıran bir sebeple bu bilgiyi gözardı etmektedir.

Bazen de bu gibi insanlar, bir konuyu çözüme kavuşturmayı gerçekten de isterler. Ama içlerindeki çeşitli sebeplerden kaynaklanan öfke, kin ya da haklılık duyguları, bu konuda gereken çabayı gösterebilmelerine engel olur. Öfkeleri ya da kendilerini haklı görmeleri güçlerini kırar. Onlar da konuyu her ne kadar çözüme kavuşturmayı isteler de, bu duyguların esiri olarak gereken çabayı gösteremezler.

İşte bu kişiler, ‘olursa olur, olmazsa olmaz’ mantığındaki insanlardır. Demek ki söz konusu sonuç, böyle bir insana yeteri kadar cazip gelmemektedir. Kendinden çok ödün vermeden, nefsini ezmeden, çok fazla emek harcamadan, kendini zora sokmadan bu sonuca ulaşabilecekse, elbetteki bunu herkes gibi o da istemektedir. Ama aksinde, aslında o kadar da gönüllü değildir. İşte bu sebeple de elinden gelen herşeyi yapmıyordur. Yoksa bir insan, gerçekten istemiş olsa, içindeki öfkeyi, kini ya da kendisine engel teşkil eden her türlü duyguyu yenebilecek bir kararlılık gösterebilir ve her türlü engeli aşar.

Bunun yanı sıra bir de ‘gerçekten çok isteyen ve her ne olursa olsun sonuca ulaşmakta kararlı olan’ bir insan karakteri vardır. Bu tür bir insan, istediği sonuca ulaşabilmek için her türlü fedakarlığı göze almaya gözü kapalı şekilde hazırdır. Dolayısıyla bu isteğiyle orantılı olarak, vicdanının kendisine gösterdiği her türlü yolu izler, aklıyla kavrayabildiği, faydalı olabileceğine inandığı her ihtimali dener. Ve bunun sonucunda da Allah, böyle samimiyetle, şevk ve azimle isteyip çaba harcayan bir kimseye mutlaka ‘bir çıkış yolu’ yaratır. Çünkü bu, Allah'ın Kuran'da bildirdiği bir vaadidir:

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır.(Talak Suresi, 2-3)

Pek çok insanın günlük hayatlarında bu ruh halinin yansımalarını görmek mümkündür. Örneğin şarkı söylemekten hoşlanmayan bir insandan şarkı söylenmesi istendiğinde, içinden gelmediği için şarkıyı kötü söyler. Ya da bir kişiden bir yeri temizleyip toplaması istendiğinde, eğer bu işin kendisine bir yük olacağını düşünüyorsa, bu kimse hem çok isteksiz hem de çok baştansavma bir temizlik yapar. Aynı şekilde bir iş yerinde çalışan bir kişi, hoşlanmadığı, yapmak istemediği ya da zor gördüğü bir sorumluluğu, genelde ya hiç yapmamayı ya da üstünkörü yerine getirmeyi tercih eder. Kendisine gerçekten hoşlandığı ve zevk aldığı bir sorumluluk verildiğinde ise, bunu olabilecek en kapsamlı ve mükemmel şekilde yerine getirir. Örneğin bu kişiye, “Şu bölgedeki bütün restorantları, kebapçıları, pizzacıları, hamburgercileri gez, hepsinin menülerini deneyerek lezzetlerini kontrol et” ya da “Şuradaki bütün dinlenme tesislerine git, hepsinde birer süre kal; sonra bize her biri hakkında bir kalite raporu düzenle” gibi nefsinin çok hoşuna gidecek sorumluluklar verildiğini düşünelim. Bu durumda bu kişi kendisine verilen bu görevleri yerine getirmede, her türlü engeli aşacak bir şevk, istek, heyecan ve kararlılık ile işine koyulur. Hiçbir eksik bırakmaksızın, hiçbir detayı atlamaksızın ve önemli olabilecek hiçbir konuyu unutmaksızın bu sorumluluğunu en iyi şekilde yerine getirir. Ama aynı kişiye “Git şu civardaki en fakir, en muhtaç, en sıkıntıdaki insanların ihtiyaçlarını tespit etmek, onların ruh halini analiz etmek ve yaşam şartlarını görmek için bir süre onların mekanlarında onlarla birlikte kal” denmiş olsa, bu kişi içindeki isteksizlikten, şevksizlikten bir türlü kurtulamaz. Diğer görev söz konusu olduğunda elde ettiği şevk ve heyecana kıyasla, bu durumda konuyu sonuçlandırmada çok şevksiz, isteksiz ve beceriksiz bir tavır sergiler.

Bu örneklerin benzerlerine hemen her gün toplumun çeşitli kesimlerinde rastlamak mümkündür. Günlük hayata bu şekilde yansıyan bu ruh hali, insanların kendi kişiliklerini geliştirmelerinde de ortaya çıkar. Bir insanın kötü huylarını, kişiliğindeki eksiklikleri, tavırlarındaki bozuklukları giderip düzeltmesi de yine o kişinin içindeki bu ‘isteğe’ bağlıdır. Bir konuda gerçekten acil ve ehemmiyetli bir ihtiyaç hissediyorsa, aksinde çok canı yanıyorsa, çok zarar gördüğüne inanıyorsa ve kendisini değiştirmeyi can-ı gönülden istiyorsa; Allah'ın izniyle bu kimse bu konuda gerçekten sonuç alır. Ama eksikliklerini çok hayati bir problem olarak görmüyorsa, kötü huylarından dolayı ne kendisinin ne de başkalarının mağdur olduklarına inanmıyorsa ve bunları zararsız özellikler olarak görüyorsa; o zaman bu konuda ne kadar girişimde bulunursa bulunsun, -Allah'ın dilemesi dışında- kalıcı ve belirgin bir sonuç elde edemez.

Sonuç olarak eğer insan gerçekten bir eksikliğinden rahatsızlık duyuyorsa, Allah'ın izniyle o konuyu halletmesi için elinde çok fazla imkan vardır. Allah Kuran'da bu gerçeği insanlara şöyle bildirmiştir:

Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir. (Müzemmil Suresi, 19)

13 Ekim 2010 Çarşamba

En zor görünen durumlarda bile insanın, ''Ben bunun altından nasıl kalkarım?'' diye telaşlanması yersizdir. Herşeyi yaratacak olan yalnızca Allah'tır.

En zor görünen durumlarda bile insanın, ''Ben bunun altından nasıl kalkarım?'' diye telaşlanması yersizdir. İnsanın yapacağı, yalnızca 'çok samimi olmak'tır. Herşeyi yaratacak olan ise yalnızca Allah'tır...

İnsan çok kalabalık; çok fazla detaydan oluşan, birbiriyle bağlantılı çok fazla olayın ve insanın içiçe olduğu bir dünyada yaşar. İnsanın çevresinde, gece gündüz bitmeyen bir hareket, eksilmeyen bir ses bütünü ve yaşanan olaylar zinciri vardır. İşte insanı en çok aldatan şeylerden biri de, bu kalabalık dünyada karşılaştığı detayların çokluğu ve gerçekliğidir.

Dünya hayatında meydana gelen her gelişme büyük bir süratle seyretmekte; insan bu hız ve hareketlilik içerisinde, kimi zaman yaşadığı hayata gaflet dolu bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Gözlerinin önünde hızla akıp giden olayların ve detayların gerçekliği karşısında, tüm bunları ‘kendi güç ve iradesiyle’ idare edebileceği yanılgısına kapılmaktadır. Yaşadığı her olayı kendi müdahalesiyle çözüme kavuşturacağını, insanlara karşı olan sorumluluklarını kendi yetenekleriyle yerine getirebileceğine inanmaktadır.

Tüm bu hareketlilik içerisinde, yaşadığı ve yaşayacağı onlarca olayın içinden nasıl çıkacağını, herşeye nasıl yetişebileceğini, kendisini ilgilendiren pek çok olayı nasıl çözüme kavuşturacağını, kendisinden beklenenleri nasıl yerine getireceğini düşünerek telaşa kapılır. Hatta bazen, gözünde büyüyen tek bir olayı nasıl halledebileceğini düşünmenin dahi ağırlığı altında kalır. Bazen yapılan bir hatayı telafi edebilmek, bazen bir tavrı kökten değiştirebilmek, insanların taleplerine tam olması gerektiği gibi karşılık verebilmek gibi manevi sorumluluklar da insana olduğundan çok daha zor görünür. Ve işte bazen insan bunların her birini gerçekleştirebilme çabası içerisinde ciddi bir tedirginlik yaşar.

Oysa ki insanın önünde, aşılması dağlar kadar yüksek engeller bile olsa, yaşadığı tedirginlik, telaş ya da endişe tümüyle yersizdir. Çünkü insan, içerisinde yaşadığı tüm bu kalabalık ve hareketli dünyaya rağmen, aslında kendi ruhundaki manevi dünyasında tek başına bir yaşam sürmektedir. Ve tek sorumluluğu da, onu yaratan Allah'a karşıdır. Önünde dizilen onlarca olayı çözüme kavuşturacak, olayları düzene sokacak ve sonuçlandıracak olan ise yalnızca Allah'tır.

İnsanın, kendisi dahil, dünyadaki hiçbir insan ya da hiçbir şey üzerinde bir müdahale gücü yoktur. Allah'ın kendisi için yarattığı bu dünyada meydana gelen gelişmeleri, şuurunda olsa da olmasa da, aslında büyük bir acz içerisinde seyretmektedir. İşte insanın, yaşadığı yersiz telaştan kurtulmak için öncelikle yapması gereken, bu önemli gerçeğin bilincinde olmaktır.

Allah bir ayetinde, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan Suresi, 30) buyurmuştur. Ve bu gerçek, insan için çok büyük bir konfordur.

İnsanın, bir başka insanın ruhuna, karakterine, inançlarına, düşüncelerine ya da kararlarına etki edebilme gücü yoktur. Ama Allah, tüm yarattıkları üzerinde sonsuz güç sahibidir. Eğer insan, bir konuda bir başkasına birşeyler anlatabilmeye, onu birşeylere inandırabilmeye ve ikna etmeye çalışıyorsa, elbetteki elindeki tüm akılcı imkanlarla bu konuda çaba harcayacaktır. Ama bu çaba, ancak onun samimiyetinin bir delili olacaktır. Yoksa karşı tarafta oluşan netice, ancak Allah'ın dilemesiyle yaratılır. İnsan bunu kendi çabasıyla asla elde edemez.

Örneğin hata yapan bir insan, ısrarla karşı tarafın kendisini affetmesini ister. Hatasını telafi etmek ve oluşan durumu düzeltebilmek için elinden geleni yapar. Ama asla, kendisini affedecek olanın karşısındaki insan olduğu gafletine kapılmamalıdır. İnsanların kalplerine etki edebilecek olan yalnızca Allah'tır. Allah bir ayette, “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat Suresi, 96) buyurmuştur. Bir insanın düşüncelerini değiştirebilecek, kalbinde oluşan rahatsızlığı giderebilecek, yapılan bir hatayı unutturabilecek ve durumu düzeltebilecek olan yalnızca Allah'tır.

İşte insanın bu önemli gerçeği bilmesi, onun üzerinden çok büyük bir yükü kaldırır. Ne kendisi bir şey yapabilmekte, ne de karşısındaki kişinin herhangi bir şeye gücü yetebilmektedir. Her iki taraf da acz içerisindedir. Dolayısıyla insanın böyle bir konuda da telaşa kapılması, tedirgin olması, “Oldu mu, olacak mı?”, “Ne zaman olacak?” ya da “Nasıl olacak?” gibi düşüncelerle meşgul olması tümüyle yersizdir. Yapılacak şey, Kuran ahlakına, akla, vicdana uygun olan herşeyi uygulamak ve Allah'a ‘tam teslim olmak’tır. Allah en güzelini yaratandır.

Aynı şekilde, bir yanlış anlaşılma oluştuğunda, insan doğruyu karşı tarafa anlatabilmek, onu, kendi dürüstlüğüne ikna edebilmek için elinden gelen herşeyi yapar. Ancak böyle bir durum da insanı asla telaşa kaptırmamalı, tedirgin etmemelidir. Allah'ın sonsuz adaletinin her olayda kesin olarak tecelli ettiğini bilmek insana yetmelidir. Allah Kuran ayetlerinde insanın hiçbir konuda asla haksızlığa uğramayacağını, küçücük bir iyiliğin bile mutlaka hakkıyla karşılık bulacağını şöyle bildirmiştir:

Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47)

"Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır." (Lokman Suresi, 16)

İşte bu gerçekleri bilen insan ile bilmeyen insan arasında çok büyük farklılıklar vardır. Bir kişi karşısındaki insanı ikna edebilmek için tüm gücüyle manen ona yüklenirken, diğer kişi bir yandan elinden gelen çabayı gösterirken, diğer yandan asıl olarak tüm gücüyle Allah'a yönelir. O kişide oluşacak etkiyi yaratması için tüm samimiyetiyle Allah'a dua eder.

İnsanlarla olan ilişkilerde olduğu gibi, olaylar hakkındaki gelişmeler, bunlarda ortaya çıkan sorunlar, aksaklık gibi görünen durumlar da insanı kaygılandırmamalıdır. Tüm bunlar da, kainattaki herşey gibi, en küçük detayına kadar Allah'ın kontrolündedir. İnsanın, diğer insanlar üzerinde nasıl hiçbir gücü yoksa, olaylar üzerinde de herhangi bir müdahale imkanı yoktur. Dolayısıyla ne kadar çaba harcarsa harcasın, olaylara etki eden ya da sonucu oluşturan insanın kendisini değildir. Yapması gereken yine Allah'a ve Allah'ın sonsuz kudretine teslim olmaktır.

İşte insan, hayatını bu gerçeği bilmenin derin huzuru, tevekkülü ve konforu içerisinde yaşamalıdır. Allah Kuran'da, müminlere “vekil olarak Allah yeter” şeklinde buyurmuştur. Bir başka ayette ise Allah, müminlerin sözünün, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” şeklinde olduğunu bildirmiştir:

Allah'a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 3)

Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)

Allah, herşeyin yaratıcısıdır. O, herşey üzerinde vekildir. (Zümer Suresi, 62)

Ve Allah, Allah'a tevekkül ederek Rabbimiz'in yardımı altına giren müminler için mutlak bir konfor, çıkış yolu ve başarı olduğunu müjdelemiştir:

Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, O’ndan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. (Al-i İmran Suresi, 160)

10 Ekim 2010 Pazar

Hatayı önce kendinde aramak, güzel bir ahlak özelliğidir...

İnsanlar genellikle bir sorun yaşadıklarında, hatayı öncelikle kendilerinde değil de, karşı tarafta arama eğilimindedirler. Bu bakış açısıyla baktıklarında, gerçekten kendilerini haklı çıkaracak delilleri de bulurlar. Ve bu delillere dayanarak da, olayları yada konuları tek taraflı olarak yalnızca kendi yönlerinden değerlendirirler.

Oysa çoğu zaman bir olayda, genellikle her iki tarafın da haklı olduğunu düşünebileceği delil bulmak zor değildir. Bazen bir kişi %100 haklı olur. Ama çoğu zaman da, %5’lik bir oranda dahi olsa, karşı tarafın da kendine göre haklı olduğunu düşünebileceği bir yön vardır. Ve bu %5’lik bir bölüm de, tamamen haklı olduğuna inanması için o kişiye yeter. Az da olsa elinde haklılığına ait bir delil olması, diğer tarafın %95’lik haklılık payını ve buna ait delilleri görememesine neden olur.

Bazen de iki farklı bakış açısıyla bakıldığında, bir olayın iki farklı görünümü olur. Sözgelimi bir olayı sağ taraftan gören bir insanın yakaladığı ve dikkatini çeken detaylar çok başka iken, soldan bakan bir kimsenin gözüne takılan gelişmeler çok farklı olur. Örneğin bir kişi, uzaktan baktığında bir başkasını bir yemeği yerken gördüğünü sanır. Oysa ki ortada bir göz yanılması vardır. Yakından da başka bir açıdan bakıldığında, aslında bu kişinin sadece yemekten bir kaşık alıp kokusuna baktığı ve sonra yerine geri koyduğu görülür. İşte bazen insanlar bu tarz durumlarda da, karşı tarafın şahit olduklarının bilgisine sahip olmadıklarından, kendi bildiklerinde ısrarcı davranır ve hatta diğer tarafı doğru konuşmamakla dahi itham edebilirler.

Bazen de, bir insan gerçekten çok açık bir şekilde tamamen haklı olur. Ama buna rağmen karşı taraf, kimi zaman gurur ve büyüklenme, kimi zaman nefsini savunma arzusu ya da öfke gibi nedenlerle konunun aksini iddia edebilir.

İşte burada birkaç örnekle açıklanan tüm bu durumlarda güzel olan, insanın herşeye rağmen, haklılığından %100 emin olduğunda bile hatayı önce kendinde arayan bir üslup içerisinde olmasıdır. Bu, herşeyden önce Kuran ahlakının bir gereğidir. Tevazunun, olgunluğun, hoşgörünün, alttan almanın, yatıştırıcı olmanın ve nezaketin bir gereğidir. İnsan ne kadar haklı olursa olsun, düz bir anlatımla karşı tarafı direk suçlayan bir üslup kullanması doğru değildir. Allah müminlere, birbirlerine “sözün en güzelini söylemelerini” bildirmiştir. Dolayısıyla bu tür bir durumla karşılaşıldığında güzel olan, bir kişinin karşı tarafı direk mahcup eden, rencide eden ya da kızgın bir üslup kullanarak haklılık iddiasında bulunması değildir. Mümin mutlaka tevazuyla “Ben yanlış görmüş olabilirim”, “Bana öyle gelmiş olabilir”, “Ben unutmuş ya da yanılmış olabilirim”, “Yanlış hatırlıyor olabilirim”, “Ben düşünememiş olabilirim” gibi samimi üsluplarla, öncelikle ortadaki yanlışın sebebini kendisinde aramalıdır.

Gerçekten de insan acz içerisindedir. Çok rahatlıkla unutabilmekte, yanılabilmekte, yanlış hatırlayabilmekte; olayları, isimleri birbirine karıştırabilmektedir. Dolayısıyla böyle bir acz içerisindeyken, kendisinin kesinlikle hatasız olduğunu iddia etmesi, bu açıdan da zaten yerinde değildir.

Bunun yanı sıra, mümin ahlakında nezaket çok önemli bir yere sahiptir. Bir konuda doğruyu savunmak demek, karşı tarafı kırmak, rahatsız etmek, kargaşa yada tartışma ortamı oluşturmak değildir. Mümin bir hatırlatma veya bir eleştiri yapacaksa ya da bir gerçeği dile getirecekse bile, mutlaka karşı tarafı en az tedirgin edecek, ortamı en az gerginleştirecek en sevgi dolu, en nezaketli, en iddialaşmayan, en mülayim üslubu tercih etmelidir.

Nitekim böyle bir ahlak gösterildiğinde; yani haklı olduğu hatayı üstlenen kişi, tevazulu, sevgi dolu bir üslupla yaklaştığında, hatalı olan kişi de, gördüğü bu güzel davranış karşısında mahcup olup aynı tevazuyla karşılık verir. Böyle bir ahlak, hatalı olan kişinin, hatasını çok daha kolay bir şekilde görüp kabul edebilmesine güzel bir zemin hazırlar. Dolayısıyla Müslüman, ahlakıyla güzel bir örnek sunarak, karşı tarafın da aynı ahlakı almasına vesile olur. Kızgınlıkla, haklılık iddiasıyla, tartışmayla karşı tarafa haksızlığını göstermektense, bu samimi ahlak Allah'ın dilemesiyle çok daha güzel bir sonuca vesile olur.

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)